12 Kasım 2012 Pazartesi

SÖĞÜTLÜÇEŞME FATİH CAMİİ

       Söğütlüçeşme Fatih Camii ; İstanbul Küçükçekmece ilçesi Söğütlüçeşme Mahallesi Mavi Sokakta yer almaktadır.Caminin inşaatına 1992 yılında başlanmış ve 1997 yılında ibadete açılmıştır. Caminin gerek mimari planının hazırlanması ve gerekse ustalığı Salih Avcı tarafından yapılmıştır. Salih Avcı Sinop-Ayancık Yarenler Köyü 1948 yılı doğumludur. Sinoplu Salih Ustanın ilk eseri olması bakımından Söğütlüçeşme Fatih Camii büyük önem taşımaktadır. Salih Ustanın bir çok eseri bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: Sulanmurat Camii ,Tahtakale Zeynebi Kübra Camii, Bayramtepe  İmamoğlu Camii,Şahintepe Merkez Camii ...

        Söğütlüçeşme Fatih Camiinde 2012 yılında da Kuran Kursu açılmıştır. Böylece hem camii olarak hemde Kuran kursu olarak hizmet görmektedir. Aşağıda caminin resimleri yer almaktadır :

                                                         














18 Aralık 2010 Cumartesi

1960- 1978 Arası Türkiye Ekonomisi

Türkiye ekonomisi 1950-1960 döneminde büyümüştür.  Dönemin ilk yarısında elverişli iç ve dış şartların bir araya gelmesi ve önceki yılların birikimi sayesinde ekonomide küçümsenmeyecek gelişmeler elde edilmiştir.
Dönemin ikinci yarısında ekonomi dış ödeme açıkları ve enflasyon ile yeniden karşılaşmıştır. Bu dönemde sektörlerde büyüme hızı yavaşlamıştır.

İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, ülke yeniden sürekli dış kaynak kullanımına başlamıştır.
Fakat bu kaynaklar kendini ödeyecek projelere tahsis edilmemiştir. Alt yapı projelerinin gerçekleştirilmesine veya iç talebi karşılamaya yönelik üretim projelerine aktarılmıştır.
İthal ikamesine gidilerek döviz tasarrufu sağlanması amaçlanmıştır.
Ekonominin dışa bağımlılığı artmıştır. Ekonomi, dış krediler olmadan işleyemez duruma gelmiştir.

1950–1960 döneminde, kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılması arzuları gerçekleştirilememiştir.
Özel kesimin ekonomik kalkınmayı tek başına götürecek kapasitede olmaması, mevcut KİT'in üretim kapasitelerinin genişletilmesini ve yeni KİT'in kurulmasını zorunlu hale getirmiştir.

Bu dönemde Devlet altyapı yatırımlarına ağırlık vermiştir.
Devletin bu faaliyetleri ekonominin kıt kaynakları üzerindeki baskıyı artırmıştır.
Devlet harcamalarının önemli bir kısmını TCMB kaynakları ile finanse etmiştir.
Genişlemeci para ve maliye politikası enflasyonu körüklemiş, ödemeler dengesi açıklarının artmasına neden olmuştur.

1950-1960 döneminin sonlarına doğru bazı çevrelerde ekonominin bir makro plana bağlanması fikri savunulmaya başlanılmıştır. Mevcut Hükümet, 1958 yılında, yatırımcı bakanlıklar arasında koordinasyonun sağlanması için bir Koordinasyon Bakanlığı kurmuştur.

1960 yılında, hükümet değişikliğinden sonra, ekonominin plana bağlanması fikri etkili çevrelerde kabul görünce, planlama bir kurum olarak 1961 Anayasasına girmiştir.
1) Bu dönemde planlamayı savunan kesimlerin başında sivil ve asker bürokratlar gelmektedir.
1950–1960 döneminde bürokratların idaredeki etkinlikleri azalmış, toplumsal prestij kaybına uğramışlardı.
Dönemin sonlarında yaşanan enflasyon sonucu bu kesimin reel gelirinde de düşme olmuştu. Bürokratlar ekonominin kalkınma planlarına bağlanması ile devlet çarkında kaybettikleri itibarlarını kazanacaklarına inanıyorlardı. Öte yandan, Türkiye'de halk arasında özellikle bürokratlar arasında her sorunun yasal düzenlemelerle çözümleneceği kanaati yaygındır.

2) 1950–1960 döneminde sanayiye daha önceki dönemlere göre daha az kaynak tahsis edilmiştir.
Dönemin ikinci yarısında ekonomik istikrarsızlık, kaynakların üretken olmayan spekülatif sektörlere kaymasına neden olmuştur.
Bu gelişmeler sonunda sanayileşme yavaşlamış, sanayi sektörü görece etkinliğini yitirmişti.
Sanayiciler yeniden sanayileşme hamlesinin başlamasını ekonomik istikrarın sağlanmasına bağlıyorlardı. Ekonomik istikrarın da planlama ile gerçekleşebileceği yaygın düşüncesine katılıyorlardı.

3) Türkiye ekonomisinin makro bir planla yürütülmesini isteyen kesimlerden birisi de dış kredi çevreleridir.
1950–1960 döneminde Türkiye'ye kredi açan dış çevreler, açtıkları kredilerin kamu kesimi tarafından etkin kullanılmadığını, bu yüzden Türkiye'nin dış kaynak ihtiyacının azalmayıp arttığını ileri sürüyorlardı. Onlar da alacaklarını zamanında tahsil edebilmek için aktardıkları kaynakların bir plan dahilinde yatırımlara yönlendirilmesini istiyorlardı. Hiç olmazsa kamu harcamalarının bir kalkınma programına bağlanmasını teklif ediyorlardı. Ekonominin plana bağlanması ile alınan krediler daha rasyonel kullanılacak, yabancı sermaye için daha istikrarlı ve güvenilir bir ortam yaratılacaktı.

Bu dönemde plan birçok çevre için her derde deva, her sorunun çözümü için sihirli bir değnek olarak algılanıyordu.
Bu dönem kapitalist sistemi benimsemiş ülkelerde Keynesci politikaların iştahla uygulandığı kamu iktisadi faaliyetlerinin ve demokratik planlamacılığın revaçta olduğu bir dönemdir.
Kalkınma, büyüme konuları ön plandadır. Bu konularla uğraşan iktisatçılar makro büyüme modelleri üretmekte ve hükümetlere önermektedirler.
Yeni gelişen ülkeler için planlı kalkınma modeli modadır.

Bu düşünce ortamında planlama 196 1 Anayasasına girdi. 1961 Anayasası ayrıca Türkiye'de ekonominin karma ekonomik sistem ilkelerine göre yürütüleceğini, bu sistemde kamu ve özel kesimlerin yan yana, birbirlerini tamamlayacak şekilde yer aldığını hükme bağlamıştır. Böylece ekonomik kalkınmada özel kesim, kamu kesimi önceliği tartışmasına son verilmek istenmiştir.

1961 Anayasası hazırlanırken, 1961 yılında çıkarılan bir kanunla Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Kuruluş, kalkınma planlarını hazırlamak ve yürütmekle görevlendirilmiştir.
Böylece 1962'den itibaren Türkiye'de planlı kalkınma dönemi başlamıştır.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (BBYKP veya kısaca Birinci KP) 1962 yılına yetişmediğinden bu yıl için yıllık program hazırlanmış Birinci KP (1963-1967), 1963'den itibaren yürürlüğe konmuştur.
Birinci KP 15 yıllık uzun vadeli bir planın ilk halkasını oluşturmaktadır.
Türkiye' de planlama süreci kısa, orta ve uzun vadeli planlarla yürütülmüştür.

Kalkınma Planlarının Özellikleri
1962'den sonra uygulamaya konan Beş Yıllık Kalkınma Planları 1930'lu yılların sanayi planlarının aksine kısmi değil, makro planlardır. Ekonominin bütününü kapsamaktadır.
Planda kamu kesiminin iktisadi faaliyetleri doğrudan, özel kesimin iktisadi faaliyetleri ise dolaylı olarak planlanmıştır.
Bu amaçla, destekleme fiyatları, seçici, ayrıcalıklı kredi uygulamaları, prim verilmesi gibi özendirme tedbirleri veya artan oranda vergilendirme, masrafa katılmaya zorlama vb. gibi caydırma tedbirleri uygulamaya konmuştur.
Özel kesim faaliyetlerini dolaylı etkilemenin bir yolu da kamu kesimi harcamalarının (özellikle yatırım harcamalarının) düzeyini ve sektörel dağılımını ayarlamaktır.

Kalkınma planları ekonomik kalkınmanın kısa, orta ve uzun dönemli aşamalarını planlamayı amaçlamıştır.
Planlarda belirli bir yıllık büyüme hızına ulaşma temel amaçtır.

Kalkınma planlarının ekonominin tüm yönlerini kapsaması hususu ekonominin makro büyüklükleri ile ilgili değişkenler arasında karşılıklı ilişkiler kurulmasıyla gerçekleştirilmiştir. Örneğin planlarda temel hedef olan GSMH büyüme hızının gerçekleştirilmesi tahmin edilen marjinal sermaye/hasıla oranları veri iken, belirli oranlarda yatırımların gerçekleşmesine bağlıdır. Yatırımlar da belirli oranlarda iç ve dış tasarrufa bağlı olduğuna göre büyüme hızı bir yandan marjinal tasarruf meyline, öte yandan dış kaynak elde edilmesine bağlanmış olmaktadır.
Kalkınma planlarında ekonomik ve toplumsal yapı veri alınmıştır. Yalnız Üçüncü KP'nda öngörülen hedefler için reform niteliğinde bazı yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi planlanmıştır.
Bunlar arasında toprak reformu, vergi reformu, eğitim reformu, KİT'nin yeniden organizasyonu sayılabilir

Tüm Kalkınma planlarında sanayileşmeye öncelik verilmiştir. Sanayileşme gelişmeyle özdeş sayılmaktadır. Doğal olarak planların stratejileri de bu doğrultuda belirlenmiştir.
Ancak K.P.'ları 1930'lu yılların sanayi planları gibi tüm ağırlığın sanayiye verildiği dengesiz kalkınma anlayışını terk etmiştir.

Planlar arasında sanayileşmeye öncelik verme konusunda derece farkı vardır. Örneğin, İkinci K.P.'nda sanayileşmeye Birinci K.P, da olduğundan daha fazla önem verilmektedir. Birinci K.P, İkinci K.P.'na göre daha fazla sosyal konulara ağırlık vermektedir. Bu planda kırsal kesimin kalkınmasına, köylerin bulundukları yerlerde geliştirilmesine belirli bir ağırlık vermiştir.

İlk iki planda ölçek ve teknoloji seçimi sorunlarına yeterli açıklık getirilmemiştir. Fakat Üçüncü K.P.'ndan itibaren gerek teknoloji, gerekse sanayide öncelikler konusuna açıklık getirilmiştir; Üretimde kalite ve maliyet yönünden dış rekabete imkân verecek en ileri teknolojilerin kullanılması esastır, denilmektedir.
Kalkınma planları teknik ve metodolojik özellikleri, gelişme anlayışları ile benzer özellikler taşımaktadırlar.
Her plan hazırlandığı dönemin özelliklerini ve hazırlayan siyasi kadronun eğilimlerini yansıtmaktadır.

Kalkınma Planlarının Amaçları
1) Tüm kalkınma planlarında değişmez birinci amaç, milli gelirin (GSMH) yüksek ve istikrarlı bir hızda büyümesidir. GSMH'nın yıllık ortalama büyüme hızı ilk iki plan döneminde %7 olarak hedeflenmiştir. Üçüncü K.P'nda % 7.9 ve Dördüncü K.P'nda %8.2 gibi oldukça yüksek, yıllık ortalama büyüme hızları amaçlanmıştır.

2) K.P.'larının diğer öncelikli bir amacı sanayileşmedir. K.P.'larında dengeli kalkınmadan, söz edilse de, sanayileşmeye her zaman öncelik veren bir yaklaşım hakim olmuştur.
Çünkü sanayileşme toplumun yaşama düzeyini yükseltecek ekonomik büyümenin aracı ve toplumsal ve ekonomik gelişmenin temel şartı sayılmıştır.

Sanayileşme amacı sadece sınai hasılanın artması değil, sanayide yapısal değişikliği de içermektedir. Yapısal değişiklikten anlaşılan, sanayinin tüketim malları sanayinden ara ve yatırım malları sanayilerine doğru evrimi, kullanılan teknolojinin sürekli gelişmesi ve sanayinin teknoloji üretimi için itici güç olmasıdır.

K.P.'larında seçilen sanayileşme modeli ithal ikameci bir sanayileşmedir. Türkiye'de sınai büyümenin temel kaynağı iç talep genişlemesidir. Türkiye'nin ilk üç plan döneminde ihracata dönük bir sanayileşme modeli takip etmesi herhalde çok güç olurdu.

Türkiye 1950-1960 döneminde temel tüketim mallarının yerli üretimi ile iç talebi büyük ölçüde karşılayacak düzeye ulaşmıştı.
Birinci K.P. döneminde dayanıklı tüketim mallarının ithal ikamesi amaçlanmıştır.
Fakat, daha Birinci K.P. döneminden başlayarak sanayileşme sürecinde kamu kesimi ve özel kesim arasında bir işbölümüne ve bütünleşmeye gidildi.
Özel kesim İkinci ve Üçüncü K.P. dönemlerinde daha karlı ve rizikosuz olan dayanıklı tüketim malları aşamasında kalmaya devam edince, ara ve yatırım mallarının ithal ikamesini sağlamak ve ekonominin döviz talebini azaltmak için kamu kesimi, ara ve yatırım malları üretimine yönelmiştir.

Birinci K.P. döneminde plan hedeflerine ulaşmada kamu kesimine daha fazla ağırlık verilmiştir. Planda belirtilen hedeflere ulaşılması için hükümetin daha aktif rol alması gerektiği noktasından hareket edilmiştir. Bu doğrultuda ekonomiye doğrudan müdahaleler ve kamu yatırımları araç olarak kullanılmıştır.
Buna karşılık, İkinci K.P. döneminde, ekonomik hedeflere ulaşmada piyasa mekanizmasına güvenilmesi ve fiyat teşviklerinin kullanılması düşüncesi hakim olmuştur.
Türkiye'de Dördüncü K.P.'nda sınai mallar ihracatının arttırılması üzerinde durulmuştur.
24 Ocak 1980 tarihinde alınan istikrar kararları ve sonrasında gerçekleştirilen ekonomi politikası değişikliği ile ihracatın teşvikine dayanan dışa dönük bir sanayileşme politikası takip edilmeye başlanmıştır.

3) K.P.'larının temel amaçlarından birisi de ödemeler bilânçosu sorununun çözümlenmesi ve dış kaynaklara ihtiyacın hem mutlak hem de nisbi olarak azaltılmasıdır.
Dördüncü K.P.'nda, yakın gelecekte ülkenin dış kaynak ihtiyacının azalmayacağı kabul edilmiş olmalı ki, daha fazla dış kaynak temini için bilinçli bir borçlanma politikası izlenmesi istenmiştir.

4) Ek istihdam imkanlarının oluşturulması planların uzun vadeli hedeflerinden birisidir.
İstihdam veya işsizlik sorunu uzun vadede iktisadi gelişmenin sağlanması ile kendiliğinden çözümlenecek bir sorun olarak görülmüştür.
Ancak planların istihdam sorununa yaklaşımlarında farklılık vardır.
a) Birinci K.P.'nda, açık işsizliğin önlenmesi için kentlere akını, yaratılacak yeni iş imkanları ile dengeli tutacak tedbirler alınacağı ve kırsal kesimde tarım dışı faaliyetlerin çeşitlendirilmesi imkanlarının araştırılacağı ifade edilmektedir. Yani, Birinci K.P.'nın açık işsizliği önlemek için başvurmayı öngördüğü çarelerden birisi kentleşmeyi yavaşlatmak, kırsal nüfusu bulunduğu yerde tutmak için tarım dışı faaliyetleri çeşitlendirmektedir.
Birinci K.P.'nda istihdam sorunu için düşünülen diğer bir uzun vadeli çözüm nüfus planlamasıdır. Ancak bu plan döneminde ne nüfus planlaması ne de kentleşmenin yavaşlatılması konularında somut tedbirler düşünülmemiş, adımlar atılmamıştır.
b) İkinci K.P.'nın da Birinci K.P’nın aksine sanayileşmenin ve kentleşmenin hızlandırılması amaçlanmaktadır. Kentleşme'nin hızlanması ile sanayinin ucuz işgücü temini kolaylaşmış olacaktı.
İkinci K.P. ayrıca istihdam etkisi yüksek olan sektörlere ağırlık verilmesinden ve yurt dışına işgücü gönderilmesi imkanlarının araştırılacağından söz etmektedir.
c) Üçüncü K.P.'nda ise, istihdam sorununun çözümünün kısa dönemde hızlı sanayileşme amacı ile çatışacağı ifade edilmekte, sorun uzun döneme ertelenmektedir.
Kısa dönemde, inşaat ve hizmet sektörlerinde, planın diğer hedeflerini zaman yönünden aksatmamak kaydı ile emek yoğun teknolojilerin uygulanabileceği ifade edilmektedir.
d) Dördüncü K.P.'nın da bu konuda tutarlı somut önerilere rastlanmamaktadır. Bu planda nitelikli işgücünün geliştirilmesi, teknik eleman ve mühendis yetiştirilmesi üzerinde durulmaktadır.

5) 1980 öncesinde uygulamaya konan K.P.'larının hepsinde de toplumda sosyal adaletin yaygınlaştırılması ve gelir dağılımı eşitsizliğinin uygulanacak mali ve sosyal politikalarla azaltılması üzerinde durulmuştur.
Fırsat eşitliğinin sağlanması için uygulanacak politikalardan söz edilmiştir.
Birinci K.P.'ndan itibaren çalışanların sosyal güvenlik ve sendikal haklarının yasaların teminatına alınması amaçlanmıştır.

6. Zaman içinde değişen iktisadi ve siyasi konjonktüre göre başka amaçlarda K.P.'larında yer almışlardır.
Örneğin Avrupa Topluluğuna üye olmak ve ekonomiyi bu doğrultuda düzenlemek. Hatta Üçüncü K.P. Türkiye ekonomisini Avrupa Topluluğuna tam üyeliğe hazırlama stratejisine göre oluşturulmuştur.

7) K.P.’larında, yukarıda açıklanan temel amaçlardan başka, birçok önemli amaca daha yer verilmiştir. Örneğin, bölgesel kalkınma farklarının giderilmesi, kooperatifleşmenin geliştirilmesi, KİT’lerin yeniden organizasyonu, doğal çevrenin korunması, ekonomide verimin yükseltilmesi, sağlıklı kentleşmenin sağlanması vb. amaç sıralanmıştır.

Fakat, bu kadar fazla amacın kıt kaynaklarla nasıl gerçekleştirileceği, bunların nasıl koordine edileceği üzerinde durulmamıştır.
Planların en fazla eleştirilen yönü amaçlarının bolluğu ve fazla iyimser amaçlar tespit edilmiş olmasıdır.

Planlı dönemde ekonomide nicel büyüme ve yapısal değişme
1978'den sonra ekonominin içine düştüğü bunalım iyice ağırlaşmış ve plan uygulaması tamamen etkisiz hale gelmiştir.

Tablo 1'de 1960-1978 döneminde, GSMH ve sektörel hasıla değerleri 1968 fiyatları ile plan dönemleri ortalamaları olarak verilmektedir.
1962-1978 döneminde GSMH 73.3 milyar TL.den 209.8 milyar TL. ye yükselerek %186.2 oranında bir artış göstermiştir.

Tablo 2 GSMH ve sektörel hasılaların büyüme hızlarını plan hedefleri ve gerçekleşen oranlar olarak bir arada göstermektedir.
Her üç plan döneminde de gerçekleşen GSMH büyüme hızları plan hedeflerine çok yaklaşmıştır. 1963–1977 döneminde GSMH yılda ortalama %6. 7 oranında büyümüştür.

Sektörel hâsılaların büyüme seyrine baktığımızda görülen şudur:
Tarım sektöründe gerçekleşen büyüme hızları hep plan hedeflerinin arkasında kalmıştır. 1963-1977 döneminde tarım, yılda ortalama %3.2 oranında büyümüştür.
Aynı dönemde nüfusun yılda ortalama %2.6 civarında arttığı dikkate alınırsa kişi başına düşen tarımsal hasılanın yılda binde 6 oranında çoğalmıştır.
Sanayi ve hizmetler sektöründe gerçekleşen yıllık büyüme hızları plan hedeflerine çok yakındır. Hizmetler sektöründe her üç plan döneminde de büyüme hedefleri aşılmıştır.

Tablo 1 de (b ) rumuzlu ile gösterilen oranlar ekonomik sektörlerin GSMH'daki nispi "paylarını ifade etmektedir. Dönem süresince tarımın GSMH'daki nispi payı düşerken, sanayi ve hizmetler sektörlerinin nispi payları yükselmiştir. Üçüncü K.P. döneminde tarımın nispi payı sanayinin nispi payına gerisinde kalmaya başlamıştır.
Zaman içinde GSMH birleşimindeki bu değişme doğaldır ve sektörlerin farklı büyüme oranlarından kaynaklanmaktadır.








Tablo 1


Tablo 2



Tablo 3


1978’den itibaren ekonomi yüksek oranlı enflasyon, ödemeler bilançosu açıkları, döviz darboğazı, enerji kıtlığı, üretim kapasitelerinin eksik kullanımı ile kendini gösteren bir bunalım dönemine girmiştir.
Sanayi sektörünün yıllık büyüme hızı Üçüncü KP döneminde yılda ortalama % 9.9 düzeyine ulaşmış iken 1978’de % 3.7’ye düşmüştür.
Hizmet sektörünün genişlemesi 1950-60 döneminde başladı, planlı dönemde de devam etti. Birinci ve Üçüncü Plan döneminde plan hedeflerinin üzerinde yatırım yapıldı.
Toplam sabit sermaye yatırımlarının % 50’den fazlası hizmet sektörüne tahsis edildi. Mesela konut ve ulaştırma sektörleri devamlı planlanın üzerinde yatırımları çekti.

Aktif nüfusun temel ekonomik sektörler arasında dağılımı
1960’da tarımın istihdamdaki nisbi payı % 75, sanayinin % 9.8, hizmet sektörlerinin % 15.3’dür.
1980’de tarımın payı % 57.6’ya inmiştir. Sanayi % 16.9, Hizmetler % 24.2’ye ulaşmıştır.

Planlı dönemin başında Türkiye’de ihracat gelirlerinin % 79.3’ü tarım ürünlerinden, % 17.7’si sınai ürünlerden, % 3’ü maden ürünleri ihracatından elde ediliyordu
1978’de ise, tarımın payı % 67.4’e inmiştir. Sınai mallar ihracatının payı % 27.1’e yükselmiştir.  1985’de % 21.6, 1987’de % 18.2’ye düşmüştür.
1980 sonrası İHRACATA DÖNÜK SANAYİLEŞME STRATESJİSİnin takip edilmesiyle ihracatın bileşimi değişmiştir.
Tarımın ekonomideki nisbi ağırlığının azalması bu sektörde yaşayanları nisbi olarak fakirleştirmiştir.
Türkiyede tarımın nisbi ağırlığının zamanla azaldığını söyledik.  Gelişmekte olan bir ülkede tarımın nisbi olarak daha düşük bir büyüme hızı ile büyümesi ve GSYİH ya katkısı nın azalması şu sebeplere bağlıdır:
Tarım ürünleri gelir elastikiyeti düşüktür.
Tarımda teknolojik gelişme daha yavaştır.
Uzun dönemde iç ticaret hadleri tarım kesimi aleyhine gelişmektedir.
Ekonomik gelişme ülkenin faktör donatımını değiştirmektedir.

TARIM SEKTÖRÜNDE GELİŞMELER
1963- 1980 arası tarımda işletme sayısı yaklaşık 3.1 milyondan 3.7 milyona, işlenen arazinin yüzölçümü 16.7 milyon hektardan 22.6 milyon hektara yükselmiştir.
İşletme büyüklüğü 5.4 hektardan 6.2 hektara yükselmiştir.
1980 sayımına göre işletmelerin % 52’si yaklaşık 2250 bin işletme 50 hektardan küçük araziyi işletmektedir.
Tarımda küçük işletmelerin yanısıra yarıcılık, marabacılık, kiracılık gibi toprak kullanma biçimleri devam etmektedir.
Tarımda zaman içinde teknoloji düzeyi yükselmiştir. Çünkü sermaye girdileri kullanımında artış olmuştur.
Birinci ve İkinci KP döneminde 1971 sabit fiyatlarla toplam 33.3 milyar TL, Üçüncü KP döneminde ise 1978 fiyatları ile 118 milyar TL sabit sermaye yatırımı yapılmıştır. Bu yatırımların % 45’I toprak ve su kaynaklarının iyileştirilmesine, % 33’ü makine ve ekipman için yapılmıştır.
Türkiye, tarımda modern girdi kullanımı açısından İtalya, Portekiz, Yunanistan, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinden geride kalmıştır.
1978 yılında Türkiye’de işlenen 100 hektar alan başına 1.9 traktör, 518 kg. kimyasal gübre düşerken, bu rakamlar İtalya için 7.7 ve 1805, İspanya için 2.2 ve 787, Yunanistan için 3.1 ve 1463’dür.

Tarımda Sermaye Girdileri Kullanımında Gelişmeler




Traktör
(1000 adet)
Biçerdöver
(1000 adet)
Harman makinası
(1000 adet
Kimyasal gübre
(1000 ton

1960
42,1
5,6
2,5
-

1965
54,7
6,5
4,3
802,8

1970
105,9
8,6
14
2217,3

1975
243,1
11,8
41,2
3691,3

1980
434,4
13,9
92,8
5967,5

Tarım üretim bileşiminde Cumhuriyetin kuruluşundan beri önemli bir değişme olmamıştır.
Bitkisel üretimin toplam tarım üretimindeki payı 1962-77 arası yaklaşık % 58-62, hayvansal üretimin payı ise aynı dönemde % 33-38 arasında değişmiştir.
Bitkisel üretim içinde en büyük pay sırası ile tahıl, meyve ve sebzelere, sınai bitkilere, yağlı tohumlara aittir.
1962-77 döneminde tarım ürün bileşimi hayvancılık kesiminin aleyhine gelişmesi uygulanan ekonomi politikası ile ilgilidir. 1972-79 arasında et ve tahılın yıllık ortalama talep artış hızları sırasıyla % 6.4 ve % 2.9, üretim artış hızları ise % 6.2 ve % 5.6 olmuştur.

.

Anavatan Dönemi Türkiye Ekonomisi

ANAVATAN PARTİSİ HÜKÜMETLERİ DÖNEMİ 1983-1991

1970’li yılların sonunda ithal ikameci büyüme modeli tıkanmış, döviz ihtiyacı had safhaya gelmiştir.
Krize giren ekonominin önünü açmak ve yapısal problemler ortadan kaldırmak maksadıyla 24 Ocak 1980’de yürürlüğe konulan kararlar ana hatlarıyla şu alanları kapsıyordu:
Fiyatları serbestleştirmek
Devletin ekonomiye doğrudan katılımını ve kontrollerini ortadan kaldırmak
Bütçe açıkları ve enflasyonist politikalardan kaçınmak
Korumacı politikaları terk ederek ulusal ekonomiyi kalite ve rekabet açısından dünyaya açmak
Kısaca 24 Ocak kararları, dışa açık, iyi işleyen bir piyasa ekonomisi modeliyle toplumun refah seviyesini yükseltmek hedefini taşıyordu

Bu politikaların yürürlüğe konulmasında özellikle Kasım 1979 ile 1991 yılları arasında Turgut Özal önemli bir aktör idi.
Özal, liberal görüşleriyle temayüz etmiş bir lider olarak ekonomik rasyonelliğin gerektirdiği politikaları yerine getirdiği söylenebilir.

TURGUT ÖZAL
1927-1993
Başbakanlık dönemi
13.12.1983-21.12.1987
21.12.1987-09.11.1989

1927 yılında Malatya’da doğdu. İTÜ elektrik mühendisliği’nden 1950 yılında mezun oldu. DPT kuruluşunda çalıştı.
1967 yılında DPT müsteşarı oldu.
24 Ocak kararlarının mimarı olarak görev yaptı.
Bülent Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirildi.
1983 yılında Anavatan Partisi’ni kurdu. Aynı yıl seçimler sonucu başbakan oldu.
1989 yılında 8. cumhurbaşkanı olarak göreve geldi.
Cumhurbaşkanlığı devam ederken 17 Nisan 1993 tarihinde hayatını kaybetti.

ÖNEMLİ EKONOMİK OLAYLARI
Yıllık ortalama % 5 büyüme gerçekleşti
Toplu Konut fonu, Sosyal yardımlaşam fonu gibi bütçe dışı fon uygulamaları artı.
Ödemeler dengesinde düzelme ve ihracat artışı gerçekleşti
TL konvertibl hale geldi (1989)
KDV uygulamasına geçildi
AB’ye tam üyelik başvurusu gerçekleşti
KİT’lerin özelleştirilmesine yönelik girişimde bulunuldu. Önemli sayılacak özelleştirmede bulunulamadı.
Önceki dönemlere oranla yüksek reel faiz ödemeleri gerçekleşti
Büyük şehirlere göç sonucu ve daralan sübvansiyonlar nedeniyle tarım sektörü küçülmeye devam etti.


ANAP’IN İKTİSAT POLİTİKALARINDA HEDEFİ
6 Kasım 1983 seçimleriyle iktidara gelen Anavatan Partisi Hükümeti’nin (I. Anavatan Hükümeti) iktisat politikalarında başlıca hedefi 24 Ocak kararlarının daha etkin bir şekilde yürütülmesini sağlamak oldu.
Buna yönelik olarak ANAP Hükümetleri döneminde çeşitli reformlar adım adım yürürlüğe konulmaya devam etmiştir.

ANAP Hükümetleri dönemi
I. Özal Hükümeti Dönemi: 13.12.1983-21.12.1987
II. Özal Hükümeti Dönemi: 21.12.1987- 09.11.1989
Akbulut Hükümeti Dönemi:09.11.1989-23.06.1991
I. Yılmaz Hükümeti Dönemi:23.06.1991-20.11.1991

I. ÖZAL HÜKÜMETİ DÖNEMİ: 1983-1987
- Büyüme ve Sektörel Gelişme
Hükümet programında iktisadi gelişmenin hızlandırılması ifadesi yer almaktadır.
Programda tasarrufların ve kaynakların verimli ve süratli bir şekilde kullanımıyla yatırım ve üretim artışının geliştirilmesi hedeflenmektedir.
İktisadi kalkınmada devletin düzenleyici rolü vurgulanmaktadır
Devletin ticaret ve sanayiye prensip olarak girmemesi esas kabul edilmiştir.

Sanayi sektörü I. Özal Hükümeti Programında en hızlı gelişme potansiyeline sahip sektör olarak vurgulanmaktadır.
Sanayileşmede hedef modern ve gelişmiş ülkelerin seviyesine ulaşmak idi.
İTHAL İKAMECİ BÜYÜME MODELİ yerine İHRACATA YÖNELİK SANAYİLEŞME POLİTİKALARININ yürütülmesi öngörülmektedir.
Maliyetleri önemli oranda tüketiciye yükleten ve ihracat yeteneği olmayan bir sanayi yapısının en kısa sürede ortadan kaldırılması hedeflenmektedir.

Sanayileşmede yapısal değişikliklere gidilmesi şart olarak ileri sürülmektedir.
Ürün kalitesi ve fiyatlar açısından dünya pazarlarında rekabet edebilir malların üretilmesi sanayileşmede başlıca hedef olarak belirtilmiştir.
Aşırı sübvansiyonlar, ithalat yasaklamaları ve yüksek gümrük hadleri yerli sanayinin gelişmesini engelleyeceğinden koruma düzeyini makul seviyelerde olması gerektiği vurgulanmıştır.

Hükümet programında tarım sektörü konusunda şunlara yer verilmiştir: hayvancılık ve tohum üretiminin her yönüyle geliştirilmesi, zirai kredinin artırılması, çiftçilerin gelirlerinin yükseltilmesi, ihracata yönelik zirai üretimin artırılması, tarım desteklemelerinde üreticiye ödemelerin zamanında yapılması, gübre tarım aletleri ve ilaçları konusundaki yatırımların teşvik edilmesi.

Hizmet sektörü açısından değerlendirildiğinde, bu sektörün geliştirilmesinin işsizliği en kısa zamanda çözecek yolların başında geldiği anlaşılmaktadır.
Turizm sektörünün geliştirilmesinin önemine vurgu yapılmaktadır.
Bankacılığın ve sigortacılığın geliştirilmesine ve serbest bölgelerin kurulmasına önem verilmektedir.

GSMH, dönem boyunca büyüme, düzensiz bir seyir izlemektedir. Dönem genelinde yüksek büyüme oranları gerçekleşmiştir. 1984 yılından itibaren ekonomide daha yüksek büyüme performansı gerçekleşmiştir.
Bunun sebebi iç ve dış talep genişlemesidir.
Dünya ekonomisinde yaşanan olumlu gelişmeler Türk ekonomisini pozitif bir şekilde etkilemiştir.
İthalatın ve ihracatın artması, dış kredilerin kullanılması ekonomiye canlılık kazandırmıştır.

Büyüme oranları;
 Tarım sektöründe düşük düzeyde seyretmiştir. 1983-85 döneminde bu sektör kısmen küçülmüştür. Sektörde sübvansiyonların kesilmesi sektöür olumsuz etkilemiştir.
Sanayi sektöründe dönem genelinde yüksek sayılacak büyüme rakamlarına ulaşılmıştır. 1984’de % 10.5, 1986’da % 13.1’dir.
Hizmetler sektöründe de büyüme gerçekleşmiştir.
1987 yılında büyüme % 13.2 gerçekleşmiştir.

GSMH Sektör Hasılalarının Büyüme Oranları (Sabit Fiyatlarla, %)


1985 yılında Bankalar kanunun yenilenmesi ile Türk bankalarının dışa açılması ve yabancıların ülkeye gelmesi kolaylaşmıştır.
Bu dönemde devlet iç borç senetlerinin ihale yolu ile satışı sonucu kamu finansman açıklarının önemli bir bölümü para ve sermaye piyasalarından karşılanmaya başlanmış, MB kaynaklarına başvurular azalmıştır.
1986 yılında İMKB, Bankalar arası Para Piyasası, Döviz Piyasası, TMSF kurulmuştur.
Leasing Kanunu kabul edilmiştir

Fiyat İstikrarı
Fiyat istikrarı ekonominin diğer parametrelerine etkisi gereği üzerinde durulması gereken bir konudur
1970’li yılların başından itibaren Türkiye’de görülmeye başlanan fiyat artışları ülkede gelir dağılımını sabit gelirlilerin aleyhine değiştirmiştir.
Reel ücretlerin artmaması sonucu dar gelirlilerin durumu sürekli bozulmuştur.
Ücret ve maaşla geçinenlerin alım güçlerindeki kayıplar mal ve hizmetlere yerli talebin azalmasına neden olmuştur.
ANAP parti programında enflasyonun en düşük seviyelerde tutulması ve fiyat istikrarının sağlanması iktisat politikalarının esasları arasında sayılmıştır.

6 Kasım 1983 ANAP seçim beyannamesinde enflasyonun düşürülmesinin başlıca iktisadi hedefler arasında yer aldığı ve bu konuyla mücadelede kararlı olunduğu ifade edilmektedir.

Yine I. Özal Hükümet programında: İlk hedefimiz aşırı enflasyonu kontrol altına alarak dar gelirlinin belini büken pahalılığı önlemek için fiyat artışlarını yavaşlatmaktır  denilmektedir.






İktidarın ilk yılında altyapı harcamalarındaki hızlı artışla birlikte fiyatlarda gözlenen yükselişten sonra takip eden iki yılda oldukça iyi mesafeler alınmış olsa da 1987 yılı genel seçimleri sebebiyle yeniden istikrar bozulmuştur.
SEBEP
1980’li yıllarda görülen fiyat istikrarsızlıklarının bir yandan yapısal özelliklerden kaynaklanmış, diğer yandan uygulanan iktisat politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yapısal özellikler;
Üretim yapısı, üretimin artırılmasında zorluklar, hammadde ve ara malların elde edilmesindeki zorluklar, kar oranlarının yüksekliği, fiyatların aşağı yönde yapışkan olması, yeni müteşebbislerin piyasa girmesinin önündeki engeller, tekel benzeri uygulamalar sayılabilir.
Önemli düzeyde seyreden dış krediler ithalatın önünü açmış, kapasite kullanım oranlarını artırmış, maliyetleri aşağı çekmiştir.
Ancak dış kredi akımı dönemin sonlarına doğru dış borç stoğunu artırmış ve bunun sonucu ana para ve faiz ödemeleri enflasyonun tekrar büyümesinde önemli bir rol oynamıştır.
Kamu altyapı yatırımlarındaki hızlı artış, bütçe dışı fonlar, KİT’lerin fiyat politikaları, uygulan kur politikaları, KDV ve diğer vergiler, maliyetleri yukarı çekmiştir.
Önemli bir nokta da talep kaynaklı enflasyonun meydana gelmesidir. Piyasa ekonomisine yeni geçilmiş, tüketim kalıpları değişmiş ve tüketim artmıştır.

Güneydoğu Anadolu'daki Eğitim Kurumları

a. Urfa Akademisi
Güneydoğu Anadolu Bölgesi medeniyet tarihi açısından önem arz eden önemli bir yerleşim birimidir. Bölgemizdeki antik eğitim kurumları: Edessa, İskenderiye, Harran, Nusaybin, Cunduşapur ve Kinnesrin okullarıdır. Edessa Akademisi Fırat'tan kuzeydoğu Suriye'den gelen yol üzerindeki Edessa (Urfa) şehrinde kurulmuştur. Kent tarih öncesi ve sonrasında önemli bir yerleşim merkezi olarak kullanılmıştır.1 Özellikle Urfa'da Neolitik yerleşim merkezlerinin bulunmuş olması, Peygamberlerle ilgili menkıbelerin, Pagan, Sabiîlik, Hıristiyanlık ve İslam kültürünün bakiyelerinin yer almış olması kenti apayrı bir kategoriye koymaktadır. İslam kültür ve medeniyeti için müstesna şaheserler bırakan ilim adamlarının bölgeden çıkmış olması kentin kültür tarihinin vazgeçilmez bir konumu olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle kent, Yakındoğu medeniyet tarihinde müstesna bir ehemmiyete sahiptir ve eski Suriye medeniyetinin de mühim bir ocağı2 olarak kabul edilmektedir. Büyük İskender'in istilasına uğradıktan sonra kentin kültürel içeriğinde bir takım değişiklikler olmuştur. Bu dönemde kentin felsefî ve teolojik okullarla öne çıktığını görmekteyiz. Bölge Büyük İskender'in istilasından itibaren dış tesirlere kapılarını açmış, akabinde Süryaniler'in edebî ve felsefî ilk çalışmaları, miladi ikinci asırda Urfa'da ön plana çıkmıştır. Fakat Edessa'daki bu okuldan önce Pagan kültürünün teolojisini, ardından Yahudi öğretilerinin eğitimini yapan bir okul da mevcut idi. Hatta Süryani yazısının doğduğu kentte daha Miladi II. asırda mükemmel şekilde Grekçe bilen birçok alim bulunmaktaydı. II. asırdan itibaren kent Hıristiyanlık ve bilhassa Yakubi ve Nasturi mezheplerinin tesiri altında kalmıştır. Bu dönemde kentte gelişen "Süryani edebiyatı" esas bakımdan bir "kilise edebiyatı" olarak kabul edilmektedir. Edessa okulunu sadece bir teoloji ve felsefe okulu olarak da düşünmemek gerekir. Edessa'daki tıp okulunun kökenleri Babilonya, Papan ve Heretik kültüre dayanmakla birlikte özellikle Edessalı bilginlerin çalışmaları Grek filozof ve teologların çalışmalarıyla, tıp yazmalarına dayanmaktadır. Edessa Tıp okulu Hipokrat ve Galen modeli tıp eğitimi yapılanmasını esas aldılar. Aslında 313 yılında Roma imparatoru Konstantin, Hıristiyan mezheplere Halk hastaneleri kurma özgürlüğü tanıdı. Antik hastaneler arasında yer alan Edessa Cüzzam Hastahanesi de St. Ephraim tarafından kuruldu.3
M. II. asırdan başlayarak kentin Müslümanlarca fethedildiği VII. asra kadar Edessa'daki alimler işledikleri antik felsefeyi M.S. 8 ve 10. asırlar arasında ücret mukabilinde Arapça'ya tercüme ettiler ve böylece Müslüman filozoflara da hocalık ettiler.4 Urfa okulunun devamı olan Nusaybin okulu VII. yüzyıla kadar parlak bir devir geçirmiştir. IX. yüzyılda Bağdat'ta yeni bir okul açıldı. Nusaybin Okulu popülaritesini kaybetti.5 Nusaybin medresesinde din ilimlerinin yanında Hipokrat ve Galen'in tıp kitaplarıyla Aristo'nun mantığının bazı bölümleri de okutuluyordu.6 VII. yüzyılla birlikte Edessa (Urfa) okulu İslam'ın hizmetinde yeni bir ivme kazanmıştır. İslami dönemin ilim adamları için Zeyd bin Ebi Üneyse er-Ruhavi, 90-125/709-743,7 Yakup el-Ruhavî (633-708), İshak b. Ali el-Ruhavî, Ahmed bin Süleyman bin Abdülmelik el-Cezeri er-Ruhavî, Ahmed bin Süleyman bin Abdülmelik el-Cezeri er-Ruhavî Ebu'l Huseyn (H. 26I/M. 878), Ebu Muhammed Abdulkadir Bin Abdullah El-Fehmi El-Ruhavî (1142-1215)'yi örnek verebiliriz.8
b. Harran Okulu
Harran ve çevresi MÖ. 2500 yıllarında eski Mezopotamya medeniyetini yaşamış bölgelerden birisidir.9 MÖ. 4. yüzyılda Makedonya kralı Büyük İskender (MÖ. 331-323) Yunan şehir devletleri ve Paris İmparatorluğu'nu fethederek Anadolu ve Mısır'dan Hindistan'a kadar olan bölgeye sahip olduğunda Harran şehri de Yunan egemenliğine girdi. Bu tarihten itibaren Harran'a kültürel açıdan güçlü bir Yunan etkisi yerleşti. Bu dönemde Harran halkı dil olarak Süryanice konuşuyor olsa da pek çok yönden Yunan kültürünün ve Yunancanın etkisi altındaydı. Büyük İskender sonrası dönemde İran, Babil ve Suriye bölgesine Selevkid Hanedanı (MÖ. 312-64) hakim oldu.10
Makedonyalı İskender'in fethi üzerine birçok Yunanlı buraya gelip yerleşti11 ve kendi kültürlerini buraya yaydılar.12 Pisagorculuk ve Yeni Eflatunculuk buradaki en yaygın felsefi düşünceydi. MÖ. III. yüzyıldan itibaren bu felsefi düşüncelere yerel inanç olan Sabiîlik'le karıştı. Böylece bir çeşit Sabiî Hellenistik düşünce oluştu.13
Harran, bilindiği gibi dünyanın en eski üniversitesinin kurulduğu topraklardır. Harran Okulu İslamiyet'ten önce tıp, astronomi, fizik, matematikle, eski Yunan ve Süryani eserleri tercüme etmekle ve diğer müspet ilimlerle ön plana çıkmıştır. Harran, sahabe İyad b. Ganem tarafından H. 181 (M. 639) da fethedildikten bir müddet sonra Harran Okulu, fıkıh, hadis, kelam, tefsir, felsefe, tarih ve edebiyat gibi ilimlerle de tanınmaya başlandı. Emeviler döneminde Halife Ömer b. Abdülaziz Harran'daki eğitim müesseselerini organize etmiş, Yunan tıp geleneklerinin geliştiği İskenderiye'den tıp ekollerini alıp Antakya ve Harran şehirlerine taşımıştır.14 İlk bilimsel faaliyet Halid bin Yezid zamanında Yunancadan Arapçaya yapılan tercümelerle başlamıştır. Bunu Mervan bin Hakem zamanında Süryaniceden Arapçaya yapılan tercümelerle Abdülmelik zamanında Aristo'nun İskender'e gönderdiği kabul edilen tercümeler takip etmiştir. Ömer bin Abdülaziz zamanında Mısır ve Bizans'tan birçok kitaplar getirilerek Şam'da büyük bir kitaplık kurulmuştur. II. Mervan (744-750) döneminde ise Harran en parlak çağlarından birini yaşamıştır. Bu dönemde İskenderiye Okulu'nun hocalarından bir bölümü buraya getirtilmiştir.15
Bölgeyle ilgili Halife Harun Reşid, özellikle Halife el-Me'mun dönemine ait bilgiler daha belirgindir. Halife Harun Reşid bölgeyle ilgilenmiş, Harran'ın su ihtiyacını karşılamak için Cüllab Suyu'ndan şehre gelen kanalı tamir ettirmiştir.16 Şehirdeki eğitim müesseseleri tekrar gözden geçirilmiş, kurumsal anlamda bir eğitim müessesi yaptırılmıştır.17
Me'mun'un antik çağın kültürüne hayran oluşu tercüme devrinin açılmasına neden oldu. Me'mun özellikle felsefî eserlere önem vermiş ve felsefî tercüme dönemini açmıştır. Bu maksatla da Rum diyarına, Kıbrıs adasına ve daha başka yerlere ilim heyetleri göndererek oralardan felsefe kitapları getirmiştir.18 Özellikle Atina okulunun dağıtılıp yıkılması sonucu Yunan felsefesi Atina'dan Rodos ve İskenderiye'ye geçmiş, Rodos'ta Andronikos ile bir okul kurulmuştur. Ayrıca İskenderiye'de de, Ptoleme hanedanı döneminde, Yeni-Eflatuncu okulu meydana getirilmiştir. Bu anlayış, İskenderiye'den Antakya'ya, Antakya'dan Urfa'ya, Urfa'dan Harran'a geçerek Nasturi, Yakubi ve Yahudiler'in yardımı ile Helen felsefesinin bölgeye yayılmasına yardımcı olmuştur. Urfa ekolünde gelişen lehçe zamanla edebi bir dil hüviyeti kazanmıştır.19
Abbasi halifeleri, özellikle Me'mun döneminde, ilim merkezlerine ilim adamları gönderilmiş, bu merkezlerden eserler getirilmiştir. İlim adamlarının yanı sıra Me'mun gibi antik çağın hayranı halifeler de bu merkezlere gelmişlerdi. İbn Nedim'in nakline göre Harran'daki Sabiîler Me'mun devrine (813-833) kadar cizye ödeyerek kendi dinlerinde kalmıştı. Me'mun Bizans'a karşı son seferine çıkarken bunları görüp durumlarını öğrenince kitabi dinlerden birini kabul etmelerini istemiştir. Onlardan bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hıristiyan olmuş ise de, Me'mun'un bu sefer esnasında ölmesi üzerine Hıristiyan olanlar yeniden eski dinlerine dönmüşlerdir. Müslüman olanlar ise mürtetlere verilen ölüm cezasından korktuklarından Müslüman kaldılar. Buradaki putperestler ise kendilerini Sabiî olarak tanıttılar. Daha sonraları, önemli eserlerin birçoğunu Arapçaya tercüme edecek ve daha önce yapılan tercümeleri düzeltecek olan Sabit bin Kurra'nın Harranlı putperestlerden20 olduğu kabul edilir. İlmî organizasyonlarında yer alan ilim adamları arasında Abbasi döneminde meşhur olan tabipler arasında Stefan el-Hamanî adında birini görmekteyiz. Me'mun devri meşhur mütercimlerden biri Haccac b. Matad el-Harranî'dir. Bu ilim adamı Öklid geometrisini, Batlamyus'un el-Mausti'si ile Aristo'nun bir eserini Arapçaya çevirmiştir. Bundan başka, Me'mun Beyt el-Hikme başkanı Salim el-Harranî ile Haccac b. Matar'ı eski Yunanca eserleri toplamaları için Bizans'a göndermiştir. Büyük bir ihtimalle Salim pek çok eser yazmış veya tercüme etmiştir. Fakat, onun eserlerinden günümüze ulaşan bir kaç küçük kimya simya risalesinden başka bir şey bilmiyoruz. Bu dönemde felsefe ile uğraşan Harranlılardan biri ve bu şehrin metropoliti Ebu Kurra'dır (826-910). Aristo'nun Fezail el-Nefs adlı kitabını Tahir b. et-Hüseyin için tercüme etmiştir.21 Harran Okulunun İslam dönemindeki belli başlı ilim adamlarını H. 40/M. 660 doğumlu Cezire muhaddislerden olan Meymun bin Mihran'la başlatabiliriz. Ardından Abdülkerim bin Malik Ebu Said el-Harranî, (öl. H.127/M.745).22 Husayf bin Abdirrahman el-Hıdramî el-Harranî (127/745),23 Yunus el-Harranî (H. 228-273/M. 852-886), Hayat Bin Kays el-Harranî ve Teymiyye ailesinden Fahruddin Muhammed Bin Hıdr Bin Teymiyyet el Harranî (1147-1224)'ye kadar isimleri uzatabiliriz.
İskenderiye medresesi Harran'da yaklaşık yarım yüzyıldan fazla yaşayamadı.24 Fakat bu etkileşim sürecinden sonra Harran okulunun mensuplarından bir kısmı Bağdat'a taşınmıştır. X. yüzyıl ile daha sonraki dönemlerde yaşamış İslam bilginlerinin yararlandıkları kaynaklar, bu okulda yapılan felsefe, gökbilim, tıp, matematik ve din ile ilgili araştırmalara ve çevirilere25 büyük katkısı olmuştur. Bölgenin coğrafi adlandırılmalarından biride el-Cezire kavramıdır. El-Cezire, Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan ve kuzeye doğru uzanan bölgenin genel adı olmuştur26 İlk üç asırda ilmi açıdan önem ifade eden şehirleri Musul, Rakka, Ruha ve Harran'dır. Bu bölge birçok muhaddis'in yerleştiği yer olması hasebiyle tahsil seyahatine çıkanların,27 tıp, astronomiye ilgi duyanların uğrak yeri olmuştur. Bu merkezlerden Urfa ve Harran'ın ilmi çeşitliliğin olduğu mekanlardan olması eğitim görmek isteyenler için cezb edici bir özellik olarak değerlendirilmiştir. Ortaçağ İslam dünyasında bulunan okullardaki eğitim kadrolarının Abbasi merkezine göçü zamanla diğer okullar gibi Harran okulunun da cazibesini kaybetmesine neden olmuştur.
c. Cundişapur Okulu
Bir diğer eğitim kurumu da Cundişapur okuludur. İran'ın Cundişapur şehrinde Hüsrev Anuşlirvan (521-579) tarafından kurulmuştur. Felsefe ve tıp çalışmalarıyla ünlenen okulun hocaları genelde Nesturî Hıristiyanlardı. Hüsrev aklî ilimlere olan ilgisinden dolayı Nesturîlere karşı tanıdığı müsamahayı Ya'kubîlere de tanıdı. Hıristiyan Süryani tabipleri sarayında özel bir itibar görüyorlardı. 529'da Atina'dan kovulan yedi Yeni Eflatuncu filozof, Hüsrev'in sarayında kendilerine yer buldular. 549'da Bizans-İran arasında yapılan antlaşma metninde İran Kisrasının isteğiyle bu filozofların dinî fikirlerinde hür bırakılması istenmiştir.28
d. Nusaybin Akademisi
Nusaybin her alanda olduğu gibi ilmi ve kültürel alanlarda da önemli bir konuma sahiptir. Mşiha Zha'nın vekayinamesinde, Bilimlerin Kaynağı sıfatını kullandığı bu kentte, söz konusu dönemde hem bir Yahudi akademisi hem de bir Hıristiyan akademisi var olmuş ve şehir tarihin değişik dönemlerde önemli teolojik ve tıbbi okullara ev sahipliği yapmıştır.29 Nusaybin'de, ilmi seviyenin ilk dönemlerden beri ileri düzeyde olduğu, kentin bu dönemde tıp ilmindeki gelişmişliğinden de kolayca anlaşılıyor. Daha 363 senesinde şehrin İranlılara terki ile Urfa'ya göçen Nusaybin'in zengin ve kültürlü halkı, burada teolojinin yanında tıp ilmi ile de ilgilenen bir okul kurdular ve tıp ilmini ileri bir düzeye getirdiler30 MS. 410'da Doğu Mezopotamya'daki kilise ve manastırların kendilerinde bağlı hastaneleri vardı ve Batı Mezopotamya'da durum aynıydı. Nusaybin hastanesinde öğrencilerin eğitimi için yapılmış binalar vardı.31 Fakat kaynaklardan edindiklerimizi dikkate alacak olursak, kentte din adamları ile hekimlerin arasının iyi olduğunu söylemek zordur. Hekimlerin dinsel değil de dünyevi işlerle meşgul olmaları bazı din görevlilerinin onların mesleğine şüphe ile bakmaya götürmüştür. Nusaybin tanrıbilim akademisindeki öğrenicilerin şehirde hekimlerle birlikte oturmalarının yasaklanması bu sürtüşmeyi gösteren en önemli kanıttır.32 Her şeye rağmen, yapılan araştırmalar sonucunda anlaşılan odur ki, gerek Nusaybin'de gerekse Urfa'da kurulan akademilerin bugünkü tıp ilminin ileri seviyelerde bulunmasına katkısı büyük olmuştur.33
Nusaybin'de ilk olarak bir akademinin kurulmasının önünü açan hadise, MS. 325 yılında düzenlenen İznik konsili olmuştur. İznik konsiline öğrencisi Mar Afreim ile katılan Mar Yakub bu konsilin sona ermesinden sonra kendisinin piskoposluk bölgesi olan Nusaybin'de 326 yılında bir akademi kurmuştu.34 Akademinin başına yorumcu ya da yönetici olarak Afreim getirildi. Putperestlikten kalma eski Süryani okulunun enkazı üzerinde kurulan ve bünyesinde 800-1000 kadar öğrencinin yatılı olarak okutulduğu kaynaklarca ifade edilen bu akademi, çok gelişti ve Pers İmparatorluğunun içlerinden gelen Hıristiyan gençlerin yeğlediği bir ruhban okulu olarak 38 yıl boyunca neredeyse Urfa Akademisini gölgede bıraktı. Ama kentin 363 barışıyla Romalılar tarafından Perslere terk edilmesiyle Nusaybin Akademisi yok olmadı ise de üyelerinin çoğunu yitirdi. Halkın büyük kısmı, zengin ve kültürlü sınıfın tümü batıya göçtü ve Roma İmparatorluğunun topraklarına, özellikle Urfa'ya yerleşti.35 Nusaybin'de rakip bir ruhban okulu kuruluncaya dek Urfa Ruhban okulu, Asur ruhbanlarının yetiştirildiği en büyük merkezdi ve tanrıbilim alanında Asur kilisesinin düşüncelerinin oluşmasında bu yüzden büyük paya sahip olmuştu.36
Nusaybin'in zengin ve kültürlü sınıfının Urfa'ya gitmesi bu şehri bilimsel açıdan yüksek bir mevkie taşımıştı. Fakat bu yükseliş uzun sürmemiş, 489 yılında İmparator Zeno döneminde, Urfa akademisi Nasturiliği yaydığı gerekçesiyle piskopos Qiyore tarafından kapatılmıştı. Bu gelişmeyle Nusaybin'deki rakip akademi yeniden bir atılıma geçti ve Monofizitçiliğe karşı doğuda Diyofizitçiliğin büyük bir kalesi haline gelerek ikinci kez kuruldu. Böylece, kovularak Nusaybin'e gelen alimlerden bazısı, İran hiyerarşisinde yüksek mevkiler işgal etmiş, bazı başkaları (özellikle Narsay'ın kendisi) Nusaybin akademisinde ders vermiş ve bu okula İran sınırlarının çok ötesine uzanan bir ün kazandırmıştı. Bundan sonra Nasturilik, İran Hıristiyan kilisesinin resmi doktrini haline geldi. Nusaybin'deki akademinin propagandasını Roma İmparatorluğunun içlerine kadar yaydığına Efesli monofizitçi tarihçi Yuhanna da tanık olmuştur.37 Urfa akademisinin kapatılarak Nusaybin'deki akademinin tekrar yükselişe geçmesi hususu Erbil vakayinamesinde şöyle hikaye edilir:
"Mar Hibay (Urfa piskoposu İbas) Urfa okulunda sürekli olarak doğruyu öğretiyordu. Ölümünden sonra (457) sahtekarın müritleri birleştiler ve bütün Persli öğrencileri kentten dışarı sürdüler. Onlar da yurtlarına döndüler ve şeytanın saldırısı karşısında geri çekilmemek için çok sayıda okul kurdular. Nusaybinli Barşawmo, ünlü öğretmen Narsay'ı evinde misafir etti ve biraderlerin eğitimi için Nusaybin'de büyük bir okul kurdu ve sürekli olarak öğretmenler ve çocuklar burada eğitim gördü."38
Bu metinde de hikaye edildiği gibi, Urfa'daki akademisinden ayrılıp Nusaybin'e giden ve orada Perslerin manastırına yerleşen Mar Narsay, Barşawmo tarafından iyi karşılandı, kendisiyle birkaç gün geçirdikten sonra, ondan Nusaybin'de kendi yanına yerleşmesini ve burada uygun görürse bir akademi kurmasını rica etti, kendisini destekleyeceğine söz verdi. Barşawmo ona şöyle dedi:
"Kardeşim, sanmıyorum ki senin Urfa'dan ayrılman ve kurulun dağılması bir rastlantı olsun; tam tersine bu Tanrı'nın isteğiyle olmuştur. Bana göre, Urfa akademisinin dağılması Havarilerin Kudüs'ten dağılması gibidir. Öğüdüme kulak verip burada yerleşirsen, tüm ülkeye büyük yararın dokunacak; çünkü tüm Pers ülkesinde senin amaçlarına bu kentten daha uygun bir kent bulamazsın. Burası önemli bir kenttir. İki imparatorluğun arasında bulunduğu için buraya her taraftan insan akabilir. İnsanlar burada bir okulun var olduğunu, hele onu senin yönettiğini haber alınca buraya akın edeceklerdir. Barşawmo Narsay'ın zihnini yatıştırdı. Narsay, kendisine öğütlenen şeyi yapmaya (Nusaybin'de bir akademi kurmaya) razı oldu ve hemen bir akademi için gerekli her şeyin hazırlanmasını buyurdu."39
Bar-Habşobo'nun akademinin ikinci kuruluşundan sonraki gözlemleri ise şöyledir:
"Akademi birçok öğrenciyi çekti; buraya Persler, Süryaniler ve çevre ülkelerin insanları gelmekle kalmadı, Urfa akademisi'nin öğrencilerinin çoğu da geldi ve bu, Tanrı'nın şanını yüceltmek için oldu. Bundan dolayı Pers ülkesinde akademiler gelişti ve Urfa akademisi çökerken Nusaybin akademisi yükseldi. Romalıların imparatorluğunu sapkınlık sardı, ama Perslerinki Tanrı korkusuyla doldu.40
Urfa'daki akademinin kapatılmasıyla birlikte Narsay da dahil Süryanilerin bir kısmı Nastur'un felsefesini benimsediler. Bu olay Süryani kilisesinin ikiye bölünmesine yol açtı. Pers imparatorluğunun hudutları içerisinde kalan Süryanilere Doğu Süryanileri ve Roma sınırları içerisinde kalanlara da Batı Süryanileri denildi.41 Erbil vakayinamesi, ikinci kuruluştan sonraki süreç hakkında da bilgi verir. Mopsestiyalı Teodor'un öğretisinden hiç sapmadan bütün tanrısal kitapları yorumlayan Narsay'ın yanına bölgeden çok sayıda öğrenci gider ki Adiyebenos piskoposu olan Yusuf da bu giden öğrenciler arasındadır.42 Vakayiname o dönemdeki Hz. İsa'nın doğası hususunda ortaya çıkan ikiliğe de dikkat çekerek şu bilgileri verir:
"O tarihlerde tanrının kilisesi ikiye ayrılmıştı. Batı kilisesi tek doğayı öğretiyordu ve tanrısallık kavramını, bu kavrama ve doğasına ters gelen şeyler için kullanıyordu. Doğu ise iki doğalı tek bir insan öğretisini kabul etmişti."43
Kutsal kitabın doğru okunmasıyla ilgili Urfa akademisinde keşfedilen sistem Nusaybin akademisinde de Narsay tarafından uygulanmaya sokulmuştu. Bu okulun öğretmenlerinden olan Ahvazlı Yusuf, eski Urfa sistemini biraz değiştirerek yeni noktalar ve aksanlar ekledi. Nusaybin yakınlarındaki Bet Şehak'ta bir akademinin kurucusu olan Sabroway VII. yüzyılda doğunun monofizitçilerine bu sistemi tanıttı. Ayrıca akademide din ilimlerinden başka Hipokrat ve Galen'in tıp kitaplarıyla Aristo mantığının bazı bölümleri de okutuluyordu.44 Bundan başka akademide, bir din çerçevesi içinde, inanç yerine bilgiyi esas alan ve araştırmaya dayalı bilgelik yerine hakikate dayalı bilgeliği geçiren bir görüşü savunan gnostik inanç ve öğretilere ağırlıklı bir şekilde yer veren akımlar mevcuttu.45
VI. yüzyılın başlarında, okulun tefsircisi Quzbolu İlyas (Elisoc) ve yerine Mar Abraham geldi. Mar Abraham öğrencileri büyük bir dikkatle yönetti. Bu arada okulun dilbilgisi ve İncil öğretmenleri toplandılar ve bu toplantıda özellikle ekonomiye ilişkin dinsel yasalar ele alındı.46 Abraham Doğu Hıristiyan dünyasının bu yüksek okulunda 509-569 yılları arasındaki uzun zaman dilimi içerisinde liderlik yaptı.47 Akademinin idari yapısından bahsedecek olursak, Süryanilerin geleneklerine titizlikle bağlı olmaları, özgünlükten yoksun eski örneklere önem vermelerinden yola çıkarak Nusaybin akademisinin yönetmelik ve tüzüklerinin Urfa akademisinin yakın bir taklidi olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Nusaybin akademisinin ikinci kurucusu Barşawmo ve kendisinin akademiye ilk müdür olarak atadığı Narsay, Urfa akademisinin eski öğrencilerindendi.48 Nusaybin akademisi, şüphesiz sadece Edessa'daki Hıristiyan akademiyi değil, aynı zamanda Nusaybin'deki Yahudi akademiyi de örnek almaktaydı.49 Öğretmen Narsay ve Nusaybin piskoposu Barsawmo, okula yeni kanunlar getirmişler, MS. 496 yılında Barsawmo'nun yerine geçen II. Mor Huşoh, bu kanunları daha da genişletmiş ve onun döneminde okul yalnız doğuda değil, Roma imparatorluğunda ve Afrika'da bile büyük bir şöhret kazanmıştır. Okulun kanunları yürürlüğe girmesinden ve disiplinli bir şekilde uygulanmasından dolayı herkesin hayranlığını kazandı.50 Daha tatmin edici olarak, Nusaybin Okulu'nun 496'da yayınlanan yönetmeliği elimizde mevcuttur. Söylendiğine göre, bu dönemde okulun öğrenci mevcudu sekiz yüze yaklaşmıştır. İdare ve disiplinle ilgili konular müdür (Rabban) ve onun meslektaşları tarafından okulun vekilharcına (Rabbaita) havale edilmekteydi. Ders veren hocaların ticaretle veya el sanatlarıyla uğraşmalarına ya da hocalık görevlerini aksatmalarına izin yoktu. Öğrenciler bir giriş sınavına girmek zorundaydılar. Öğrenim süresi üç yıldı. Okul yatılıydı ve öğrencilere ancak okulun yurdunda kalma imkanı olmadığı zaman şehirde yaşama izni verilmekteydi. Horozların ötüşüyle başlayan ve akşam şarkılarının söylenmesiyle sona eren derslere devam mecburiydi.
Yıllık tatil Ağustos'tan Ekim'e kadardı ve bu dönem zarfında öğrencilerin şüphesiz şehirde oturanlara rakip olmamaları için ancak Nusaybin dışında ücretli bir işte çalışmalarına müsaade edilirdi. Öğrenciler evli olmamak zorundaydılar. Disiplin katıydı ve ihlaller okuldan atılmakla cezalandırılırdı. Öğrencilerin meyhaneye gitmeleri ve açık havada şarap partilerine katılmaları, dünyevi kitaplar okumaları, dilencilik yapmaları veya görünüşlerinde itinasız olmaları yasaktı. Mümkün olduğunca öğrencilerin Bizans topraklarına geçme konusundaki hevesleri kırılmaya çalışılırdı.51 Öğrencilerin şehirde hekimlerle birlikte oturmaları ve acil durumlar dışında eğitime ara vermeleri yasaktı.52 VII. yüzyıla kadar parlak bir devre geçiren bu akademi, IX. asırda çöktü ve devamı olarak Bağdat'ta yeni bir Nasturi medresesi açıldı.53
İslam öncesi Nusaybin Akademisi'nde görev yapan bilginler başta olmak üzere Nusaybinli Mar Yakub (MS. ?-338), Aziz Afreim (306-373), Narsay (399-502), Barsawmo, Ahvazlı Yusuf ve Hanana'yı sayabiliriz.
Nusaybin'in İslam fatihlerince alınması sonrasında ise ilmi faaliyetler durmamıştır. Nusaybin'in ilim ve kültür alanındaki önü alınmaz hızı, İslam döneminde daha da artarak devam etti. Müslümanlar Mısır, Suriye ve Güneydoğu Anadolu'yu fethettikleri zaman eski kültürlerle karşı karşıya gelmişlerdi. Bu çerçevede Antakya ve Urfa akademilerinde olduğu gibi Nusaybin akademisindeki kültürel kalıntılarla da ilgilendiler.54 Öncelikle, Şam ve İskenderiye'den başka felsefe eğitimi veren Nusaybin medresesi, Emeviler döneminde varlığını aynen korudu ve burada pozitif bilimler eski yöntemlere dayanarak öğretildi.55 Emevilerin son dönemi ile Abbasilerin ilk devirlerine kadarki süreçte, düşünce hayatındaki hürriyet henüz kayıt altına alınmadığından dini ve felsefi fikirlerin beşiği olan Mezopotamya'da metafizik meseleleri serbestçe tartışılabiliyordu.56 Abbasi devleti döneminde de şehzadelerden Vasiki ve diğer bazı şehzadelerin, Nusaybin'de hatiplik yapmış olması Abbasiler'in bir ilim şehri olarak bu kente atfettikleri önemi göstermesi açısından anlamlıdır.57
İslam dönemine gelince, bu dönemde şehirdeki ilim ve eğitim faaliyetleri medreselerin inşasıyla devam etmiş, buradaki eğitimin aksamadan sürdürülmesi için de bu medreselere vakıflar tahsis edilmişti. Kaynaklar, Eyyubiler döneminde de, Nusaybin'de iki medresenin varlığından söz ediyor. Kentte, ünlü devlet adamlarının medreseler inşa ettiğini görüyoruz. Mesela, Nureddin'in ve Selahaddin'in başkadısı olup İbn Kesir'in künyesini, Kemaleddin Muhammed b. Abdullah b. Kasım Ebu'l Fadıl (öl. 572) olarak verdiği kişi Musul ve Nusaybin'de birer medrese inşa ettirmişti.58 İbnu'l Adim'in verdiği bilgiye göre, Zengi Nusaybin kentinde Hanifi öğretisini esas alan bir medrese inşa ettirmiştir.59
XII. yüzyılda şehri gezmiş olan İbn Cübeyr ve XIV. asır seyyahı olan İbn Battuta şehirde iki medresenin varlığından söz eder.60 Osmanlı fethinden sonraki dönemlerde de ilim faaliyetlerine devam edildi. 1549 yılında kentin Beriye ağzı muhafızlığına tayin olunan Hacı Şahkulu Bey burada bir mescid ve medrese yaptırarak buraya evkaf tahsis etti.61 İlme ve ilim adamına verilen bu değer neticesinde, Nusaybin şehrinde İslam döneminde birçok şair, edip ve ilim adamları yetişmiş, bunların bazıları ünlü devlet adamlarının saraylarında ikamet etmişlerdir. Bunlardan en önemlileri arasında şunları sayabiliriz.
1. Selman-i Pak (Selman-i Farisi)
Hz. Muhammed'in berberliğini yaptığı söylenen ve esasen Isfehanlı bir Mecusi olup İran'da iken kiliseye giderek Hıristiyan olan bu kişi, daha sonra Anadolu'ya geçip kiliselerde hizmet etti. Gençlik yıllarının bir bölümünü Nusaybin'de bir kilise papazının yanında geçirdiği söylenmektedir. Daha sonraları Şam'a, oradan da Medine'ye geçti. Rivayete göre, bir Yahudi'nin elinde bir köle bulunduğu sırada Hz. Muhammed ile karşılaşır ve Yahudi'den satın alınarak serbest bırakılır, sonradan da Peygamberimizin berberliğini yapmaya başlar. Resulullah'ın huzurunda ve sohbetinde kemale erer. Hz. Ömer zamanında yüksek makamlara getirilir.62
2. Hibetullah İbn Talha (öl. H. 652)
İbn Kesir'in Ebu Şame'den nakil ile alim ve fazıl bir zat olarak nitelediği Şeyh Kemaleddin adıyla da bilinen bu kişi, bir ara Nusaybin'de kadılık görevini yerine getirdi. Buradan Halep'e gitti ve vefatına kadar orada kaldı.63 Şeyh Kemaleddin'den, Ikdu'l Cum'an'ın müellifi Bedreddin Ayni de bahsediyor ve künyesini Ahmed b. Hibetullah İbn Talha olarak veriyor. Nusaybin kadılığına getirilmeden önce Dımaşk'ta hatiplik yapmıştı.64
3. Şeyh Ebu'l-Yakzan El-Esvedu'l-Cesed el-Ebyadu'l Kebid
XII. asır sonlarında (H. 580/M. 1184) Nusaybin'e gelen ünlü gezgin İbn Cübeyr, bu tarihte Nusaybin'de yaşayan alimlerden Ebu'l Yakzan'dan bahsediyor:
"Caminin kuzeyindeki zaviyelerden birinde, Allah'ın kalplerini imanla aydınlattığı evliyadan ve zamanımızda yaşayan güzelliklerden biri olan, hakkında anlatılanlarla ünlü, keramet sahibi ibadet ve zühtten bir deri bir kemik kalmış, kulluk yolunda yaşlanmış, elinin emeği ile yetinen, bugünkü azığından yarına saklamayan Şeyh Ebu'l-Yakzan El-Esvedu'l-Cesed el-Ebyadu'l Kebid yaşamakta. Rebiülevvel ayının ilk günü Salı akşamı onunla görüşme mutluluğuna kavuştuk. Kendisiyle görüşmeyi nasip ettiği için Allah'a şükrettik. Umarım Allah duasının bereketini gösterir. O işiten ve karşılık verendir. Kendinden başka Tanrı yoktur."65
4. Ebu'l Ferec Abdulvahid b. Nasr b. Muhammed al-Harumi
İbn Hallikan'ın Vefayatu'l Ayan adlı eserinde, Sa'libi'den nakil ile Nusaybinli bir Arap şairi olarak kaydettiği ve kendisinden Bebbeğa olarak bahsedilen bu kişi, Seyfüddevle'nin sarayında ikamet etmiş, onun ölümünden sonra da Musul ve Bağdad'da yaşamıştı. Şairlikte, çağdaşı meşhur Mütenebbi kadar olmasa da Bebbeğa'ya zamanın en parlak zekalarından biri olarak bakılırdı. Methiyelerinde büyük bir muvaffakiyet görülür, şiirlerinde ise daha sönük olmak üzere her neviden şiir yazdı.66
5. İzz ed Darir
Nusaybinli olup felsefe ile uğraşmış olan İzz ed Darir'den de burada söz etmek gerekir. İbn Kesir'in hoş olmayan sözlerle yad ettiği bu kişi, yine onun yazdığına göre, zimmilere diğer başkalarına ders vermekte olup Ebu'l Ala el-Maarri'ye benzemekteydi.67
6. Ali b. Muhammed b. Hasan b. Yusuf b. Yahya
Nusaybin'de doğmuş bir başka şair olan bu kişiden Şakir el-Kutbi'nin, Fevatu'l Vefayat'ında belirttiğine göre, Eyyubi meliki Melik Eşref Musa'nın, bir berad gönderdiği bahsedilir. Bu şairin Divan-ı Sağir diye adlandırılan bir divanı vardı ve Nusaybin şehrinde ikamet ediyordu, hendese ilmi ile de meşgul olan bu zat H. 619 senesinde burada vefat etti.68
7. Bişr b. Yahya b. Ali el-Kayyi en-Nesebi
Yakut, Mu'cemu'l Udeba, İbn Nedim'in de Fihrist adı eserlerinde Nusaybinli olduğunu kaydettikleri bu edipten bahsediyor. Künyesi Bişr b. Yahya b. Ali el-Kayyi en-Nesebi olarak verilen bu kişi, mühim bir şair ve edip idi. Muhammed İbn İshak kitabında ondan bahsediyor.69
8. Hasan b. Muhammed b. Ahmed b. Neca
Ayni'nin Ikdu'l Cum'an'ında kendisinden Sufi diye bahsettiği ve Nusaybinli olduğunu söylediği bu kişi aynı müellifin ifadesine göre, eski ilimlerden birçoğu ile uğraşmıştır.70
9. Ebu Salim Nasibi (Muhammed b. Talha) (1186-1254)
Şafii fıkıh usul ve hadis alimi olup Kemaleddin lakabıyla anılan bu kişinin Nusaybin ile ilgisi burada kadılık yapmasından kaynaklanır. Bilahare, kendisine vezirlik teklif edilmesine rağmen bunu reddedip mazur görülmesini istedi. Çok mal mülk sahibi olmasına rağmen bunlara hiç itibar etmeyip züht yolunu tuttu. Geride bıraktığı eserler şunlardır: el-Ikdu'l Ferdi li'l Melik üs-Said -ed-Dürr'ül Munazzam fi Sirri'l A'zamTahsinu'l Meram - Tahsinü'l Meram fi Tafdil üs Selati ale's Siyam - el-Cifrü'l Cami've Nuru'l Lami' - Nefaisü'l Anasırli Mecalisü'l Melik Nasır fi Ahlak ve's Saltanat ve'ş Şeraiti.71
10. Nesimi
Bazı kaynaklarda, doğruluğu tartışılır olsa da, XIV. yüzyılda yaşamış olup klasik İslam anlayışına aykırı görüşleri ile tanınmış olan insan yüzünün Allah'ın aynası olduğu şeklindeki farklı görüşleri sebebiyle derisi yüzülerek öldürülmüş olan şair Nesimi'nin de Nusaybinli olduğuna dair rivayetler yer alır.72
Sonuç olarak Güneydoğu Anadolu'nun kültürünü meydana getiren ana unsurun ilim ve din olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bölgedeki binlerce tarihi kalıntı, efsane ve bölgede yetişen ilim adamlarının eserleri bunu ispatlamaktadır. Bölgenin tekrar ayağa kalkması da ancak bu hususların tekrar inşasıyla olabilir.
Öz
Güneydoğu Anadolu Bölgesi medeniyet tarihi açısından önem arz eden bir yerleşim alanıdır. Güneydoğu Anadolu'nun kültürünü meydana getiren ana unsurun ilim ve din olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bölgedeki binlerce tarihi kalıntı, efsane ve bölgede yetişen ilim adamlarının eserleri bunu ispatlamaktadır. Bölgenin tekrar ayağa kalkması da ancak bu hususların tekrar inşasıyla olabilir. Bu çalışma Güneydoğu Anadolu'nun medeniyet tarihi açısından önemini ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Güneydoğu Anadolu, medeniyet tarihi, kültür, ilim, din, Urfa Akademisi, Harran Okulu, Cundişapur Okulu, Nusaybin Akademisi
Abstract
The South-Eastern Anatolia is a very significant settlement in the history of civilization. It is a doubtless reality that the main elements in the composition of the South-eastern Anatolian culture have been religion and science. Thousands of historical ruins, legends and the works of scholars educated in this region prove this fact. The revical of this regiou could only be possible after the reconstruction of these three qualities. This study aims to emphasize the significance of South-Eastern Anatolia in the history of civilization.
Key Words: South-Eastern Anatolia, history of civilization, culture, science, religion, the Academy of Edessa, the Harran School, the Cundishaper School, the Academy of Nisibi
Dipnotlar:
1. Geniş b,ilgi için bkz. Abdullah Ekinci; Müze Şehir Urfa, Ankara 2006.
2. W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 1940, s. 10-11.
3. William P. Cheshire, "Twins of Terebinth: The Ethical Orijins of The Hospital in the Juedo-Christian Tradition", Ethics-Medicine, 19:3, 2003, s. 150.
4. Nihat Keklik, Mantık Tarihi ve Farabi Mantığı, I-II, İstanbul 1969, s. 19-20.
5. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s. 138-139,146-148; Hayes, Urfa Akademisi, s. 11,133,152,225-226.
6. Mehmet Bayraktar, s. 39.
7. S. Kemal Sandıkçı, s. 306.
8. S. Kemal Sandıkçı, s. 306.
9. Ahmet Hulusi Köker, "Sabit b. Kurra'nın Hayatı" Gevher Nesibe Sultan Anısına Düzenlenen Harran Üniversitesinin Bilimsel Temelleri, Harranlı Bilim Adamları Kongresi Tebliğleri, Kayseri 1995, s. 37.
10. Şinasi Gündüz, agm, s. 82; Seleucid Hanedanı ve Büyük İskender'in istilası için bkz. Fikret Işıltan, s. 12-21.
11. Mehmet Bayraktar, s. 40.
12. Y. Kumeyr, İslam Felsefesinin Kaynakları, çev. F. Olguner, İstanbul 1976, s. 166.
13. Mehmet Bayraktar, s. 40.
14. Phillip Hitti, II, s. 349; Mehmet Bayraktar, s. 32.
15. Aynur Özfırat, s. 14.
16. Ramazan Şeşen, s. 12; Ahmet Ağırakça, s. 99.
17. Ahmet Hulusi Köker, "Sabit bin Kurra'nın Hayatı" Gevher Nesibe Sultan Anısına düzenlenen Harran Üniversitesi'nin Bilimsel Temelleri, Harranlı Bilim Adamları Kongresi Tebliğleri, Kayseri 1995, s. 37.
18. Cavit Sunar, s. 43.
19. S. Mihail, s. 166; T. J. Boer, s. 12.
20. H. Dursun Yıldız, s. 454-455; Ramazan Şeşen, s. 52-53.
21. Ramazan Şeşen, s. 59.
22. Necati Avcı, s. 109.
23. S. Kemal Sandıkçı, s. 306.
24. Y. Kumeyr, s. 167-169.
25. İsmet Zeki Eyyuboğlu, "Harran Okulu" YA., 10, İstanbul 1984, s. 7433.
26. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, II, İstanbul 1971. s. 47; S. Kemal Sandıkçı. İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis, Ankara 1991. s. 301.
27. S. Kemal Sandıkçı, s. 301.
28. T.J. De Boer, İslam'da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, İstanbul 2001, s. 34-35.
29. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s. 148; Dickens, "The Church of The East", Fides et Historia, XXXII, no. 2, s. 109.
30. O'leary, İslam Düşüncesi, s. 17; Segal, Edessa, s. 112.
31. Segal, Edessa, s. 112.
32. Segal, Edessa, s. 187.
33. Bu konuda şu makalelere bakılabilir. Samir Johna, "The Assyrians and Their Role in The History of Medicine", The American Surgeon, Ekim 2002, 68, s. 927; amlf., "The Roots of Modern Medical Schools", s. 627.
34. Mateos, Vekayiname, s. 25, not 73.
35. Hayes, Urfa Akademisi, s. 133, 152; Çevik, "agm", s. 2; Akyüz, Nusaybin Okulu, s. 24-25.
36. Hayes, Urfa Akademisi, s. 11.
37. Hayes, Urfa Akademisi, s. 239; Işıltan, Urfa Bölgesi, s. 27; Segal, Edessa, s. 140; O'leary, İslam Düşüncesi, s. 24; Aydın vd., Mardin, s. 64; Akyüz, Nusaybin Akademisi, s. 27-28; Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara, 1997, s. 34; Çevik, "agm", s. 2.
38. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s.138-139; Hayes, Urfa Akademisi, s. 225-226.
39. Hayes, Urfa Akademisi, s. 225-226; Bayraktar, İslam Felsefesi, s. 34.
40. Hayes, Urfa Akademisi, s. 226.
41. Akyüz, Nusaybin Akademisi, s. 28.
42. Erbil vekayinamesini çeviren Alfons Mingara, Nusaybin'deki akademiye gösterdiği yoğun ilgisinden yola çıkarak Mşiha Zha'nın da bu akademiden mezun olduğu olasılığı üzerinde durur. Bkz. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s. 14, not 59.
43. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s.138-139.
44. Hayes, Urfa Akademisi, s. 161, 252; Bayraktar, İslam Felsefesi, s. 34.
45. Abdullah Ekinci, "Ortadoğu'da Ortaya Çıkan Heterodoks Akımların Tarihsel Arka Planı", TÜRDAV, Sayı 141, Aralık 2002, s. 7-8. Gnostizm hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ekinci, Karmatiler, s. 38-41.
46. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s. 146-147.
47. Mşiha Zha, Erbil Vekayinamesi, s. 13.
48. Hayes, Urfa Akademisi, s. 16, 164.
49. Segal, Edessa, s. 201, not 92.
50. Akyüz, Nusaybin Akademisi, s. 29-30.
51. Segal, Edessa, 201; Yamauchi, "God And Shah", s. 92; Akyüz, Nusaybin Okulu, s. 31-32.
52. Segal, Edessa, s. 187; Akyüz, Nusaybin Okulu, s. 32.
53. Bayraktar, İslam Felsefesi, s. 34; Aydın vd., Mardin, s. 64, not. 54.
54. İ. Agah Çubukçu, İslam Düşünürleri, Ankara, 1977, s. 7.
55. O'leary, İslam Düşüncesi, s. 26-27; İrfan Aycan, Mahfuz Söylemez, Ramazan Atınay, Fatih Erkoçoğlu, Nizameddin Parlak, Emeviler Dönemi Bilim Kültür ve Sanat Hayatı, s. 72.
56. Günaltay, "Selçuklular Horasan'a İndiklerinde İslam Dünyası", Belleten, VII, s. 68; Barthold, İslam Medeniyeti, s. 128-129.
57. Mez, İslam Medeniyeti, s. 187-188.
58. İbn Kesir, el-Bidaye, XII, s. 521; Bazı kaynaklara nazaran Nusaybin'de iki medrese inşa ettirdi Krş. Şeşen, Salahaddin ve Devlet, s. 328, 352.
59. İbnu'l Adim, Buğyatu't Taleb, s. 295.
60. İbn Cübeyr, Endülüs'ten Kutsal Topraklara, s. 175; İbn Battuta, Seyehatname, s. 337; Abdülgani Efendi, Mardin Tarihi, s. 171; Aydın vd., Mardin, s. 103; Çevik, "agm", s. 8.
61. Göyünç, Mardin Sancağı, s. 58-59.
62. Tarihin Tanığı Nusaybin, s. 107.
63. İbn Kesir, el-Bidaye, XIII, s. 342-343.
64. Ayni, Ikdu'l Cum'an, I, s. 94.
65. İbn Cübeyr, Endülüs'ten Kutsal Topraklara, s. 175-176.
66. İbn Hallikan, Vefayatu'l Ayan, III, s. 199; J. Hell, "Bebbega", İA., II, Eskişehir, 1997, s. 431.
67. İbn Kesir, el-Bidaye, XIII, s. 411.
68. Şakir el-Kutbi, Fevatu'l Vafayat, III, s. 66.
69. Yakut, Mu'cemu'l Üdeba Fi Aşri Cuzea, (Basım yeri yok), 1980, s. 75; İbn Nedim, Fihrist, Kahire, ts., s. 219.
70. Ayni, Ikdu'l Cum'an, I, s. 338.
71. İslam Alimleri Ansiklopedisi, VIII, s. 246-247.
72. İ. Agah Çubukçu, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, s. 172.

TÜRKİYEDE LİBERALİZM (1860-1990)

DURUM SAPTAMASI

            Her olay bir tarihsel sürecin sonucunda ortaya çıkmaktadır. 1881 ‘de kurulan Düyun-u Umumiye de daha önceki ekonomi politikalarının , dış ekonomik ilişkilerin ve diğer birçok
olgunun Osmanlı Devleti’ ne bıraktığı bir mirastır. Devir alınan miras kuşkusuz yüzyılların birikimidir.  Ancak yüzyıllar öncesine gidip sorunlar böyle geniş bir zaman diliminde tahlil edilemez. Bunun içinde tarih doğrultusunda, ele alınan olayları yaratmada etken bir dönüşüm noktası tespit etmek en doğru davranıştır.
Osmanlı tarihi 1699’da Karlofça Anlaşmasını gerileme devrinin başlangıcı sayar, III.Selimle birlikte de Islahat Dönemini başlatırlar. Osmanlı  Aydınları  batı ülkelerindeki  değişimlerin farkına varmışlar ve onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren de Osmanlıların gerileme nedenleri üzerinde düşünmeğe başlamışlardır. Ne var ki Avrupa’daki gelişmeler doğru teşhis edilememiştir.
            “Doğu Despotizmi” diye tanımlanan Osmanlı merkezi otoritesinin yetki devri diye tanımlayabileceğimiz “ Şer-i Hüccet” ve “Sened-i İttifak” bir yasal dönüşümün başlangıcı kabul edilebilir. Ama  konumuz için esas olay 1838 tarihli  İngiliz-Osmanlı  Ticaret Sözleşmesidir.
Sözleşmenin maddelerinin içeriği kısaca:
- Mevcut kapitülasyonlar ve anlaşmalarla Büyük Britanya vatandaşlarına tanınan haklarla bu sözleşme ile tanınan yeni hak ve imtiyazların sonsuza kadar kesintisiz olması kabul edilmiştir.
-Britanya vatandaşlarının Osmanlı topraklarının her yerinde üretilen ürünleri satın almalarına izin verilecektir.
-Osmanlı ürünlerinden biri, Britanyalı tüccarlarca Osmanlı ülkesinin iç tüketimi için satılmak amacıyla satın alındığında, Müslüman olsun olmasın Osmanlı İmparatorluğunda iç ticaretle meşgul Osmanlı vatandaşlarının benzer koşullarda ödediği vergi ve rüsumlara eş değerde
yükümlülüklerden sorumlu olacaklardır.
-Eğer herhangi bir Osmanlı ürünü, Britanyalı tacirlerce ihraç amacıyla satın alınırsa, bu mallar vergi, resim ve harçlardan muaf olarak gemiye yüklenecekleri noktaya kadar götürülecekler.
            1839 Tanzimat Fermanı ise Osmanlı Merkezi Otoritesinin egemenliğini sınırlayan ve bu sınırlamayı halka duyuran ilk belgedir. Tanzimat’a ilişkin ilk yazılı belge Reşit Paşa’nın II.Mahmut zamanında ( 1839)  İngiliz Dışişleri Bakanı  Lord  Palmerston’a  gönderdiği muhtıradır. Aslında Reşit  Paşanın isteği padişahın yetkilerini sınırlamaktır. Avrupa burjuvazisinin de arzularının ortak bileşkesi biçiminde Tanzimat Fermanı kaleme alınmıştır. Sultan Abdülmecit içinde bulunduğu bunalımlı dönemi atlatmak için fermanı imzalamış , ne var ki bu seferde darboğazı Avrupa burjuvazisi sürdürdüğü için Tanzimat ilkeleri gelişip genişleyerek padişahın merkezi otoritesinin yapısını değiştirmiştir.
Tanzimat Fermanında 3 temel nokta vardır:
-          Padişahın kendi egemenlik alanından çıkartılıp yasal düzenlemeye bağlanması,
-          Kişiye bağlı hakların padişahın egemenlik alanından çıkartılıp yasal düzenlemeye bağlanması,
-          Yürütmenin “Mevlad-ı Esasiye” diye nitelenen ilkeler uyarınca düzenlenecek yasalara göre çalışması,
            Tanzimat Fermanı ile gelen yeni kurumlardan biri de yasama görevini yüklenecek sürekli encümenlerin kurulmasını önermesidir.  Yani Tanzimat bir anlamda padişah ile bürokrasi arasında bir yetki paylaşımı olarak kabul edilebilir. Önemli bir noksan, fermanda kurulan dengelerin bozulması halinde hangi mercilerin devreye gireceğinin belirtilmemesidir.
            Bu arada Kırım Savaşı , batı Avrupa ülkelerinin Osmanlı ekonomisini kontrol açısından daha köklü adımlar atmasına neden olmuştur. 1856 Islahat Fermanı bu ilişkilerin ilk somut sonucudur. Bu ıslahat Tanzimat Fermanı ile kabul edilmiş ilkelerin bir tamamlayıcısı olmuştur. Yerel yönetimlerde cemaat meclislerinde halkın temsil edilmesini tartışan ilk resmi belgelerdendir.
            1856 Islahat Fermanı’nı izleyen yasal dönüşümler kısaca:
-          1858 Arazi Kanunnamesi
-          İl Yasaları
-          Yabancıların Osmanlı ülkesinde toprak sahibi olmalarına izin veren yasa ( 1867)
-          Ceza Yasası ( 1858)
-          Deniz Ticaret Yasası ( 1864)
-          Ticaret Muhakemeleri Nizamnamesi ( 1862)

            Osmanlı asker- sivil bürokrat aydınlar 1860’ larda “Yeni Osmanlılar Hareketi” diye özgürlükçü akımı başlattılar. “Tercüman-ı Ahval”, “Tasvir-i Efkar” ve “Muhbir” gibi yayın organları, buralarda yazan Şinasi,  Namık Kemal,  Ali Süavi,  Ziya Paşa gibi düşünürler özgürlükçü akımın tohumlarını ekmeğe ve onu büyütmeye uğraşıyorlardı.
            Yeni Osmanlıların genel düşüncelerini Mustafa Fazıl Paşa’nın dönemin padişahı Abdülaziz’e yazdığı mektupta bulmaktayız. Nitekim, ülkede meşrutiyet yönetiminin kurulmasına yönelik eylemler Mayıs 1876’da Abdülaziz’in devrilmesiyle sonuçlandı. Padişahı deviren güçleri üçlü sacayağına benzetirsek birincisi ordu, ikincisi sivil bürokratlar , üçüncüsü de softalardır. Abdülaziz’in devrilmesiyle önce V.Murat sonra II.Abdülhamit getirilmiş oda bir komisyonun hazırladığı anayasayı yürürlüğe koymuştur. 1876 Anayasası içerdiği hükümler ve kurumlarında gösterdiği gibi merkezi otoritenin egemenliğini pekiştirici bir belge niteliğindedir. Ünlü 113. maddesine göre meclisin haklarını ve yetkilerini bütünüyle ortadan kaldırabildiği gibi, son cümlesi de kişiye bağlı hakların güvencelerini yıkıyordu.
            İlk Meclis-i Mebusan’ın açılışından kısa bir süre sonra 93 savaşı diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Savaşın getirdiği yoğun bunalımı fırsat bilen Abdülhamit Meclis-i Mebusan’ı 30 yılı aşacak şekilde tatile soktu.3 Mart 1878’de Ayastefanos Barış Antlaşması imzalandı.Ne var ki bu anlaşma Büyük Britanyanın ve diğer Avrupa ülkelerinin Ortadoğu’ daki çıkarlarına karşı olduğu için bu ülkelerin baskısı ile Berlin’de Ayastefanos Barışı tekrar ele alındı.  Berlin Antlaşması ( 13 Temmuz 1878 ) bir  yandan Yeşilköy Barış Antlaşması’ nı düzeltirken, bir yandan da Ortadoğu’da Avrupa ülkeleri arasında dengeyi yeniden kurmuştur.
            Berlin Antlaşması’na göre Osmanlı İmparatorluğunun konumu şöyle olmuştur:
-Rumeli’de coğrafi birlik yeniden kurulmuştur. Selanik , Manastır ve Kosova vilayetleri yeniden Osmanlılara verilmiştir.
-Yeşilköy Andlaşmasına göre Bulgarlar Ege kıyılarına inerlerken , Berlin bu durumu ortadan kaldırmış ve Osmanlı sınırı yeniden Balkan dağlarına kadar uzanmıştır.
-Doğuda Kars ve Ardahan ile birlikte Ruslara bırakılan Doğu Beyazit tekrar Osmanlı sınırları içerisinde kalmıştır.
-Bosna-Hersek ve Kıbrıs yitirilmiştir.

            Berlin’ de sağlanan bu denge 1913 Balkan Savaşı sonuna kadar birkaç önemsiz değişiklikle devam etmiştir. Bu miras 1854 ‘ten(yani Kırım Savaşından)  itibaren büyük bir ekonomik dar boğazı da içermekteydi.








BİRİNCİ BÖLÜM
ÖNCÜLER
1.VASİYETNAME

            Keçecizade Fuat Paşa ile Ali Paşa Tanzimat döneminde özellikle de 1850’ den sonraki döneme ağırlıklarını koymuşlardır. Osmanlı Devleti kadrolarında batılı devlet adamı olarak isim yapmışlardır.İktidar dönemleri Osmanlı hareketinin örgütlenme ve gelişme evresine rastladığı için Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi tarafından suçlanmışlardır.
            Fuat Paşa’nın vasiyetnamesi ilk olarak ölümünden pek az sonra, 1869’da İstanbul’da çıkan “ The Levant Herald” gazetesinde yayınlanmıştır. Ali Paşa’nın vasiyetnamesi ise 1910’da “ La Revue de Paris” ‘de çıkmıştır.
            Ali ve Fuat Paşalar belli ilkeleri ısrarlı bir biçimde gündeme getirip savunmuşlardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
1-Çağdaşlaşmak– Avrupalılaşmak özdeşliği kesin bir biçimde ortaya konmaktadır.Öte yandan
gelişmeyi de en az Avrupa ülkeleri düzeyine ulaşmak olarak tanımlamaktadırlar.
2-Ulaşım, özellikle demiryolu ulaşımı bir başka hedef olarak karşımıza çıkmaktadır.
3-Ülke kalkınması açısından öneriler ekonomik tedbirlerin arkasında liberal ekonomi kuralları yatmaktadır.
4-Padişaha yöneltilen “mülkiyete özgürlük veriniz” öğüdü, yabancıların Osmanlı topraklarına yerleştirilmesi düşüncesini destekleyen bir davranıştır. Bu öğüt liberal ekonomi anlayışının da ilk ve vazgeçilmez ilkesidir.
5-Ağır savaş gemilerine sahip donanmanın bütünüyle ortadan kaldırılarak hem savaş hem de
ticaret gemisi gibi kullanılabilecek buharlı gemilerden oluşan bir filonun ikame edilmesi ve bu filonun da bir şirket tarafından sahiplenilmesi önerisine ise Adam Smith bile parmak ısırırdı.
6-Eğitim, sadece teorik eğitimle yetinilmeyip pratik meslek eğitiminin de ele alınması ısrarla öne sürülen bir başka konudur.
          Belgelerin düşünsel tutarsızlığına rağmen 15 yıl bir imparatorluğun bütün  sorumlulu-
 ğunu taşıyan iki aydın devlet adamının tek bir ilkede birleştiğini görüyoruz: Liberalizm.
Serbest-i Ticaret İlkesi her kesimde kendini hissettirmiştir.

2.DEĞİŞİK BİR TEŞHİS

             Cevdet Paşa’ya göre Osmanlı İmparatorluğunun Avrupalılaşması diye bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü Avrupa’nın toplumsal yapısı çok farklıydı. Osmanlı için İslamiyet devletin gücünü ve birliğini açıklayan, sürdüren tek faktördü. Paşa uygarlığın başlangıçta doğuda oluştuğunu oradan batıya geçtiğini açıklamaktadır. Paşa Osmanlı İmparatorluğunu yücelten ve onu büyük bir kavimler topluluğu halinde yaşatan gücün İslamiyet olduğunu ısrarla tekrarlar. “ İslam Birliği”ni isteyen akımın düşün temelini oluşturur. Cevdet Paşa Osmanlı Devletindeki gerilemeyi iki nedene bağlamaktadır: 1.Kanun-u Kadime muhalefet
2.Asrın icaplarına uymamak.
            Cevdet Paşa < Tarih>inde fonksiyonel ilişkileri gerçekçi bir bilim adamı gibi saptamış
<Mülkün mamuriyeti>ni öncelikle ele almıştır. Paşa her fırsatta memleketin mamuriyetinin ziraat, sanayii ve ticarette olacağını savunmuştur. Bunların arasında ticaretin önemini vurgulamış, bu kesimin gelişmesi için en güvenli yolun <Serbest-i Ticaret> yani liberalizm olduğunu kabul etmiştir. Ticaret işlemlerinde, özellikle fiyatlar kanalıyla hiçbir kısıtlamanın yapılmamasından yanadır. Ve bunun İslamın kurallarınca da böyle kabul edildiğini ileri sürmektedir.
            Ne var ki serbest ticaretin olumsuz etkileri üzerinde de durmuştur. < Esnafımız  mahvolup gitti, nice sanayiimiz battı, hariçten gelerek burada kazandıklarını çıkın çıkın altın edip memleketlerine götürdüler...> demektedir. Paşanın 1838’den  sonraki  döneme ait  bu teşhisi yerindedir.Böylece Serbest-i Ticaretin Osmanlı ülkesine bela getirdiğini açıkça ileri sürmektedir. Cevdet Paşa iktisatçı değildir. Üstelik liberalizmi savunmaktadır, himayeci eğilimlerin öncüsü de sayılabilir. Dış borçlar için ileri sürdüğü düşünceler de önceki yaklaşımlarıyla tutarlıdır.
            Ama ne gariptir ki bu iki karşıt görüş aynı iktidarın çatısı altında birlikte varolmuşlardır.  Bu durum, gelecekte aynı parti çatısı altındaki karışık görüşleri açıklayabilmemiz için önemlidir.

3-GELECEK İÇİN ÖRNEK BİR ŞİRKET

            <Şirket-i Hayriye> diye bildiğimiz anonim şirket İstanbul Boğazında toplu taşımacılık noktasında atılan ilk adımdır.
            19.yy’da ulaşım çeşitli boy ve adlardaki kayıklarla sağlanmaktaydı. Boğazın iki yanında oturanların sayısı Kırım Savaşından sonra hızla arttı. Bu sırada iki yabancı bandralı vapor boğazda işlemeye başladı. Dönemin hükümeti Boğaziçinde yabancı bandralı vapurların işlemesini hoş karşılamadığı için devlete ait vapurun bu işe tahsis edilmesine karar veriyor.
1850’de Takvim-i Vekayi’nin 445 sayılı nüshasında bu vapurun seferlerine ilişkin bir ilan yer alıyor. Böylece Osmanlı Hükümeti  Boğaziçindeki toplu taşımacılık hizmetini resmen üzerine almıştır.
            Şirket-i Hayriye’nin ilk kuruluş fikri avrupalılaşmaktan başka bir şey düşünmeyen Fuat Paşa ile İslamcı Cevdet Paşa <Mülkün Mamuriyeti> için ortak bir çıkış noktasını buluyorlar. Şirket 1850’de oluşuyor. Sermayesi 2000 paya bölünmüştür.
            Görüldüğü gibi ekonomik kararlar açısından iki adım karşımıza çıkar:1-Serbest-i Ticaret diye adlandırılan liberalizm 2-Kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi ile ülkenin kalkınacağını kabul etmekle birlikte yerli sanayiinin gelişmesi için himayece bir iktisat politikasının uygulanmasından yana olan düşünce.
            Her iki görüşün uygulamada bir senteze ulaştığını görmekteyiz. <Şirket-i Hayriye> bu sentezin ilk örneğidir. Böylece  batının ekonomik gelişmesinde anahtar rolü oynamış olan büyük şirketlerden biri de Osmanlı ülkesinde kurulmuş oluyordu.Devlet ve bürokrasisi şirketleşmede öncülük yaptıkları gibi özel kişilerin de bu tip ekonomik örgütler kurmalarını özendirmişlerdir.
            Öncüler hem ekonomik yaklaşımlarıyla hem de uygulamalarıyla kapitalistleşme yolunu açmışlardır. Onları izleyen düşünürler ise yukarda söylediğimiz iki yolu ya da ekonomik modeli daha bilimsel temellere oturtma gayreti içindedirler.

İKİNCİ BÖLÜM
LİBERAL EKONOMİ POLİTİKASI
Ya da
<< SERBEST-İ TİCARET >>

1-NAMIK KEMAL’İN EKONOMİK YAKLAŞIMI

            Namık Kemal’ i genç kuşaklar << vatan şairi >> olarak bilirler. Namık Kemal’in siyasi kişiliği Şinasi’nin yönetimindeki << Tasvir-i Efkar>> gazetesinde oluştu. 1865’de ise Şinasi’nin gazeteden ayrılarak Paris’e gitmesinden sonra gazeteyi yönetmeye başladı. İktisadi düşüncesine hem siyasi hem de edebi yazılarının içinde rastlamaktayız. Bunun dışında belirli konulara yönelik ekonomik yazıları da bulunmaktadır.
             Kemal, Paris’te bulunduğu dönemde, Ebüzziya Tevfik’in iddiasına göre << Ekonomi Politik>> ile yakından ilgilenmiştir. Avrupa’dan döndükten sonra ister siyasi ister edebi nitelikte olsun, bütün yazılarında bir ekonomik motife ya da art düşünceye rastlamaktayız. <<Vatan>>,<< Say>>(Emek), <<Nüfus>>, Londra adlı makaleleri buna örnektir. Bir başka örnek de İbret gazetesinin üçüncü sayısında çıkan <<İbret>> yazısında özel girişimciliği, batı örneği şirketlerin bulunmaması gibi konuları, Osmanlı ülkesinin gerilemesindeki nedenler arasında saymaktadır. Ona göre Osmanlı ülkesinde bir sermaye birikimi yoksa bunun nedeni, (servet) in olmaması değil, sanayi, ticaret ve bankaların gelişmemesinden dolayı bir birikimin ortaya çıkmamasıdır.
            Namık Kemal’in 87 sayılı << İbret>>teki <<Tekalif>> incelemesi, vergi konusunda o güne kadar Osmanlı ülkesinde ileri sürülen düşüncelerin en bilimseli ve en derli toplusudur. Bunlar şöyle özetlenebilir:
1-Vergi gerekli ve zorunlu harcamaları karşılamak için alınmalıdır.
2-Herkes üzerine düşen vergiyi kaçırmadan vermesi gerekir.
3-Vergilerin mümkün olduğu kadar ılımlı düzeyde tutulması doğrudur.
4-Devletin gördüğü kesin gereksinim üzerine alınan vergi ülkede yaşayan bütün kişilere yaygın olmalıdır.
5-Verginin haklılığı herkesin, devlet hizmetlerinden, yaptığı özveri oranında yararlanması noktasında yatmaktadır.
6-Vergide kar oranı ölçü olarak kabul edilmemelidir.
7-Verginin yalnız bir tür üzerinde yoğunlaştırılması doğru olur.
8-Dolaysız vergiler, dolaylı vergilere yeğ tutulmalıdır.
9-Verginin belirli bir orana kadar <<müterakki>> bir biçimde, yani artan oranlarda alınması gerekir.
10-Verginin alınmasında halka en az zahmet verecek, devleti en az masrafa sokacak bir yol seçilmelidir. Bu arada toplanan vergilerin memurların elinde kötü maksatlı kullanımına meydan vermeyecek kadar az bir süre kalması da sağlanmalıdır.
            <<İbret>>gazetesinin, Aralık 1872 ‘de yayınlanan 91,92,93 üncü sayılarında yer alan <<Tezyid-i Varidat>>a ilişkin üç yazı, Kemal’in devlet gelirlerinin arttırılması açısından önerilerini içermektedir.
            En fazla eleştirdiği konulardan biride Tuz ve Tütün İnhisarları’dır. Her iki tekelinde devletin ve halkın aleyhinde olduğuna inanmaktadır.
            Ona göre <<devlet somut bir varlık olmadığından vatandaşların verdiği vergilerden başka kendisine özgü bir geliri ve umumun ortak gereksinimlerinden başka kendine mahsus bir ihtiyacı olamayacağından ötürü önce gerekli harcamayı düşünmek ve ona göre karşılık bulmak durumundadır.>> <<İbret>>adlı makalesinin bir yerinde aynen şunları yazmaktadır:
<<Hükümetin asli görevi adaletin yerine getirilmesinden ibarettir>>
            Yabancıların ticaret kanalıyla İmparatorluğu sömürmesine karşıdır. Ne var ki bu konuda Osmanlıları da en az yabancılar kadar suçlamaktadır.
            Namık Kemal, yabancı ülkelerin Osmanlıları sömürmesi nedenlerini gayet açık ve etkin bir biçimde sergilemesine karşın, sanayi ve ticaretin himayesi için yüksek gümrük duvarları yaratılmasını da istememektedir.
            Osmanlı İmparatorluğunun zayıflığını ve bu zayıflığın tek nedeninin ekonomik gerilik olduğunu bütün açıklığı ile tespit etmiş ve de söylemiştir.
            Namık Kemal gibi, o dönemin aydınları da sanayi devrimini izleyen kapitalist gelişme sürecinin varmış olduğu aşamaları gözleriyle görmüşler, bu uygarlığın içinde yaşamışlardır. Böylece pratik olarak Osmanlı ülkesi ile batıyı karşılaştırma olanağı bulmuşlardır. Bu pratik gözlem doğal olarak batı uygarlığına yönelik bir özlemi doğurmuştur.
            Namık Kemal’de ekonomik tercih çok açık bir biçimde ortaya atılmıştır: Kapitalistleşmek.Kapitalistleşmeyi gelişmenin tek unsuru olarak gören bu düşünür politikacıları yurtseverlikten yoksun kabul etmemiz de bağışlanmaz bir hatadır.
            <<Serbest-i Ticaret >>yaklaşımının kuramsal olarak açıklandığı iki önemli yapıt Sakızlı Ohannes ve M.Cavit Beyin kitapları 1875-1900 yılları arasındaki dönemde bu konuda söylenenlerin bilimsel çerçevesini meydana getirmiştir.

2.SAKIZLI OHANNES VE EKONOMİ KİTABI

            Bizde, ilk klasik ekonomi kitabı örneğini Sakızlı Ohannes Paşa vermiştir. Kitap <<Mebadi-i İlmi-i Servet-i Milel>>başlığını taşımaktadır. Yapıtın basım yılı 1881,yani Atatürk’ün doğum yılıdır. Kitap 441 sayfadır. Yazarın bu kitaptan başka aynı konuları işleyen Mülkiye’de ders kitabı olarak kullanılan taş basması bir yapıtı daha vardır.
            Adam Smith’in ünlü<<Ulusların Zenginliği>>adlı kitabı klasik ekonominin çıkış noktası olduğu için, onun kullandığı <<Zenginlik>>deyimi Osmanlıcaya <<Servet>>olarak girmiştir. Dolayısıyla <<İlm-i Servet >> tam olarak klasiklerin yaklaşımı çerçevesinde  <<İktisat bilimi>> demektir.
Ohannes’in kitabı beş bölüm ve 39 alt bölümden oluşmaktadır. Bölümler klasik iktisatçıların temel sistematiğine uyumlu olarak düzenlenmiştir. Beş temel bölümün başlıkları şöyledir:
Birinci Bölüm: Servetin Üretimi
İkinci Bölüm: Servetin Tedavülü
Üçüncü Bölüm: Servetin İnkisamı(Bölüşümü)
Dördüncü Bölüm: Servetin İstihlaki(tüketimi,yoğaltımı)
Beşinci Bölüm:Bitirirken
            Adını bile klasik ekonominin öncüsünün ünlü yapıtına benzeterek <<Ulusların Zenginliği Bilimi>>koyduğu bu eseriyle Sakızlı Ohannes 1850’li yıllardan beri gerek iktidardaki aydın-bürokrat , gerekse<<Yeni Osmanlılar>>diye nitelediğimiz ilerici ve özgürlükçü genç aydınlar tarafından bölük pörçük dile getirilmiş konuları, çağının ekonomi bilimi uyarınca sistematize etmiş ve batılılaşmanın tek yolu olarak görülen kapitalistleşme için <<serbest-i ticaret>> politikasını önermiştir.
            Bu kitap, Osmanlı Liberal ekonomi düşüncesinin temel taşıdır ve basımından yirmi yıl sonra ortaya çıkacak olan ve önemini bugün de yitirmemiş bir iktisatçı ile yapıtının ilk belirtisidir.

3.TÜRKİYE’DE LİBERAL EKONOMİK DÜŞÜNCENİN DORUĞU:M.CAVİD BEY

            M.Cavid Bey’in adı bir çok çevrelerde<< İttihat ve Terakki>>nin maliye nazırı olarak bilinir. Maliye Nazırı Cavid Bey’in 1900’de yayınlanan <<İlm-i İktisat>> adlı kitabını ele alacağız. Böylece Sakızlı Ohannes’in  kitabından sonraki yirmi yıl içinde liberal ekonomi düşüncenin ülkemizdeki gelişimini de bir yerde tesbit etmiş olacağız. Kitap Abdülhamit ll. yönetiminin izniyle yayınlanmıştır. Dört ciltlik hacimli bir yapıttır. Toplam 1476 sayfadır.
Daha sonraları dilimize çevrilen Charles Gide’in kitabına bakıldığında M.Cavid Bey’in bunu temel aldığını hissediyoruz.
            Liberal ekonomik düşüncenin Marksist öğretiye karşı bütün düşünce iddialarını Cavid Bey’in kitabında da görmekteyiz. Cavid Bey’in kitabının son cildinin arkasında ünlü iktisatçıların yaşam öyküleri ile yapıtları yer almaktadır. Bunun da ötesinde iktisat bilimi liselere ders olarak konmuştur. Liseler için yazdığı <<Malumat-ı İktisadiye>> adlı kitabı, ünlü dört ciltlik kitabının bir özeti görünümündedir.
            Sakızlı Ohannes ve Cavid Bey çizgisi klasik ekonomiyi ülkeye yerleştirmiş ve liberal ekonomi politikalarını egemen kılacak ortamı hazırlamıştır.



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
<<USUL-Ü HİMAYE>> YANDAŞLARI


1.            AHMET MİTHAT VE << EKONOMİ POLİTİK>> İ:

            Cevdet Paşa, himayeci politikanın öncülerinden biridir. Ne var ki bu konuda ilk ciddi yaklaşım Ahmet Mithat Efendi tarafından yapılmıştır. Ekonomiye iki kitabında değinmiştir.
A.Mithat’ın ikinci kitabının adı <<Ekonomi Politik>>tir. 18807 de Tercüman-ı  Hakikat gazetesinde tefrika edildikten sonra kitap haline getirilmiştir.
            Ahmet Mithat Efendi Sakızlı Ohannes ve Cavid Beyden farklı olarak ülkelerin iktisadi gelişme düzeylerine dikkat etmekte, konuları  bu gelişme düzeylerine göre ele alıp, değerlen- dirmelerini ona göre yapmaktadır.  Kitap basite indirgenmiş ve klasik ekonominin temel konularını bu öğretinin tanım ve tutumuna sadık kalarak yansıtan bir özelliğe sahip. Konular tek tek açıklanmaktadır. Amacın halkı bu konuda aydınlatmak olduğu açıkça bellidir.
            Ahmet Mithat bir iktisatçı olmamasına rağmen ülkenin gelişmişlik düzeyini gerçekçi biçimde tespit ederek yapılması gerekeni görmesi sonucu<< kapitalistleşme için himaye>> politikasının temellerini atmıştır. Bu temeller üzerine kurulan bilimsel yapıtı ise Akyiğitoğlu Musa Bey vermiştir.

2.            AKYİĞİTOĞLU MUSA BEY VE << USUL-Ü HİMAYE>>

         Cavid Bey’in eserinin yayınlandığı yıl, bir başka ekonomi kitabı daha yayınlanıyor. Kitabın yazarı Akyiğitoğlu Musa Bey. Kitap <<himayeci ekonomik politika>>yı sürdüren bir yapıdadır.
            Musa Bey Harp Okulu’nun ve Harp Akademisi’nin iktisat öğretmenidir. 1910 yılına kadar da bu görevinde kalmıştır. Kitabı Harb Okul ders kitabı olarak Pangaltı’daki Harbiye Matbaası’nda basılmıştır.
            Musa Bey’in çok kısa aralıklarla çıkmış iki kitabı vardır.Bunlardan birincisi 1898 tarihinde yayınlanan << İktisat  yahut İlm-i Servet, Azardeği Ticaret ve Usul-ü Himaye>>
İkinci kitap, 1900’de yayınlanmıştır, adı <<İlm-i Servet veyahut İlm-i İktisat>>’ tır.
Her iki kitaptaki temel yaklaşım, <<usul-ü himaye>>dir. Musa bey kazanlı olduğundan ötürü <<serbest ticaret >> deyimi yerine <<azadegi ticaret>>deyimini kullanmayı yeğliyor.
            Akyiğitoğlu himayeci ekonomi politikalarının yaratabileceği sakıncaların farkındadır ve bunların giderilmesi için, o günlerin bilgi birikimine uygun çözümler de önermektedir.
            Kitapta birde <<Himaye-i Makule>>yani makul düzeyde tutulan himaye kavramına rastlanmaktadır. Musa Beyin üzerinde durduğu konu makul düzeyde tutulan himayede gümrük rüsumatının yurt içi sanayinin dış ürünlerle rekabetini sağlayacak düzeyde tutulması
Aşırılığa gidilmemesi gereğidir.
            <<Usul-ü Himaye>>’nin uygulanmasında gözetilecek hedef ve tedbirler ise kitapta birkaç bölümde ele alınmıştır.Şöyleki: a)Topluma bağlı sanayinin korunması b)Üretim bölgelerini yaratacak biçimde bir himaye politikasının tercih edilmesi c) Himaye politikasının hedeflerinden biri de genel birikimi ve yetenekleri maksimize etmek şeklinde ifade edilmektedir.
            Musa Bey , <<usul-ü himaye>>’nin babası sayılan  List’in  ülkenin bütünüyle sanayileşmeye ağırlık verilmesi fikrine karşı çıkarak ; bir ülke sanayi, tarım ve ticarette dengeli biçimde gelişmelidir düşüncesini savunmaktadır.
            Akyiğitoğlu’nun  Harp Okulu’nda ders kitabı olarak okutulan ikinci kitabı genel hatlarıyla klasik ekonomi kuramlarının yansıtılması noktasından hareketle kaleme alınmış izlenimi vermektedir. 
DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM

ÖZGÜRLÜK VE KAÇINILMAZ SON


1.<<SERBESTİ>> AKIMININ DÜŞÜNSEL TEMELİNİ OLUŞTURAN DERGİ

            1908 özgürlük hareketinden sonra liberal seçeneklerden oluşan ekonomik politika M.Cavid Bey’in kişiliğinde somutlaşmıştır. 1908’en önce, özellikle
 <<Servet-i  Fünun>>daki felsefe, sosyoloji ve ekonomi yazılarıyla bu doğrultunun ideolojik temelleri atılmıştır. Bu düşün akımının ideolojik temsilciliği görevini Ahmet Şuayıp, Rıza Tevfik ve M.Cavid Bey’in kurmuş olduğu <<Ulum-u iktisadiye ve içtimaiye mecmuası >> adlı dergi  yüklenmiştir. Dergi bugünün fakülte dergileri boyutunda ve 100- 120 sayfalık bir hacimle aylık olarak yayınlanmış, Mart 1911’e kadar 27 sayı çıkmıştır.
            Derginin 1.sayısından 22.inci sayısına kadar Ahmet Şuayıp’ın yazdığı <<Fransız İhtilali Kebiri>> incelemesi dizi olarak yayınlanmıştır.Ayrıca 1908’e kadar
Osmanlı hükümetlerinin imzaladıkları borç sözleşmeleri de ayrıntılı biçimde dergide yer almaktadır. M.Cavid Bey maliye bakanı oluncaya kadarki süre içinde, hemen her sayıda batı ülkelerindeki ekonomiye ilişkin yayınlar, toplantılar ve haberleri derleyip sunmaktadır.
            Liberal düşünceyi işleyen bu dergide M.Cavid Bey kadar ağırlığı olan bir başka  yazar da Ahmet Şuayıp’tır. A.Şuayıp  imzası <<Servet-i Fünun>>dan tanınmaktadır. İstanbul doğumludur. Vefa idadisi ve hukuk fakültesinde okudu. En verimli çağında tifodan öldü.(34 yaşında)  Ahmet Şuayıp Türkiye’de Durkheim.ve Tarde’ dan   ilk  söz  eden  kişidir.  Yazılarını  1910’da  yayınladığı   <<Hayat ve Kitaplar>> adlı yapıtında toplamıştır. Bu yapıt pozitivist görüşün Türkiye’deki ilk temel taşı olarak kabul edilmelidir.
            Dergide ilgi çeken yazılarının başında <<Devlet ve Cemiyet>> konulu yazı gelir. Yazının başında toplumbilimlerinin genişleyen kapsamını  sergilemektedir.
            Dergide Fransız ihtilali için yazdıkları incelendiğinde bu düşünce tarzını o ihtilal olayını tahlilde ne denli başarılı kullandığını görmekteyiz.
            Ahmet Şuayıp’ın dergide çıkan <<Hürrüyet-i Mezhebiye>>başlıklı incelemesi, çeşitli din ve mezheplerden oluşan bir insanlar topluluğu halindeki Osmanlı İmpara -torluğu’nda yönetimin dinsel tarafsızlığına olan gereksinimi vurgulanmaktadır. Bunun yanısıra halifelik sorununa ciddiyetle el atılmıştır. Şeyhulislamın bakanlar kurulunun bir üyesi gibi Meclis-i Mebusanda kendisine yönelecek sözlü ve yazılı sorulara cevap vermesi gerektiğini düşünmektedir.  Genç yaşta ölümü bu düşün akımı yönünden önemli bir kayıptır.
            Aynı dergide yayınlanan yazıları ile ilgi çeken Bedii Nuri ve Satı iki kardeştir. Zamanla dergide Spencer’cilik  ağır basmaya başladı. Satı’nın  derginin  8.sayısında
<< Cemiyetler ve Uzviyetler>> makalesi bunun en belirgin örneğidir.
            <<Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası >> bir çok araştırmanın konusu olabilecek niteliktedir. Türk düşün yaşamı açısından önemi ve etkisi inkar edilemez.

2.CAVİD BEY’İN MALİYE NAZIRLIĞI

            M.Cavid Bey’in öncülüğünü yaptığı liberal ekonomik politikaya en büyük muhalefet Musa Akyiğit’ten geldi. Akyiğitoğlu Vezirhan’ında kurduğu matbaada <<Metin>> adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Tek çıkar yolun himayecilik olduğunu söylüyordu. Gazetesi sık sık kapatıldı. Bir ara <<Metin>>gibi kapatılan diğer iki gazete ile birleşerek << Üç Kardeş>> adlı gazeteyi çıkardı.Ne var ki M.Cavid ve Hüseyin Cahit Beylerin büyük mücadelesi ve oyunları sonucu bu gazetede kapatıldı.
            Cavid Bey’in, liberal ekonominin o güne kadar düşünsel planda savunduğu, bütün gereklerini yerine getirdiği uygulamalarının en somut örneği yıllık bütçe konuş-malarında bulunabilir. Meclis-i Mebusan’ın birinci devre, üçüncü  toplantı yılında  yaptığı konuşmada dışa bağımlılık konusunda özgürlük hareketinin öncülerinin bile,   devirdikleri mutlakiyetçi yönetimden farklı düşünmediklerini ortaya koymaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunun dış güçlerce mali kontrolünü sağlayan Düyunu Umumiye’
Yi kendi ekonomik programının geçerliliği konusunda kanıt olarak ileri sürmesi, ona saygı ve bağlılıktan başka duygu beslemediğini milletin vekilleri önünde beyan etmesi serbest ticaret yanlılarının izlediği ekonomik politikanın nasıl yurt çıkarlarına aykırı olduğunu sergileyen en güçlü örneklerden biridir.
            Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik darboğazı açıklayan maliye bakanı M.Cavid Bey klasik sızlanmaların arkasına sığınıyor.Ülkenin gelir ve gideri arasındaki büyük fark bilinmektedir. Giderlerin hızla artması aradaki açığı daha da büyütür. Bunun çözümü sağlıklı gelir kaynaklarının bulunması, bulunan kaynaklara bütünüyle egemen olma, harcamaları belirli bir plana oturtmak gibi tedbirlere bağlıdır.
Ne var ki, o günün koşullarında bu yollar düşünülmemiş , ülkeyi kontrol altında tutan yabancı mali kurumlardan dolayı böyle bir uygulama yapılamamıştır. Bu durumda dış borç ve ek gelir kaynaklarının aranması zorunlu hale gelmiştir. Fakat mevcut açığın büyüklüğü ve açık oranında yeni bir dış borç olanağının bulunmaması, başka bir gelir kaynağı arama zorunluluğunu ortaya çıkardı. Bu arayış sırasında, Taksim Kışlası ve ona bağlı Talimhane alanının satılmasına karar verilmiştir. Bu alan bu günkü Taksim gezisi, Sheraton Oteli, Tenis Kulübü ve karşı yörelerini içeren 156 bin metrekarelik bir yerdir. İç kaynakların çok sınırlı oluşu, gözleri alışıldığı gibi dış borçlandırmaya çeviriyor.
            İşte, 1908 ‘in o pek görkemli özgürlük hareketinin arkasından ülkenin mali durumu böylesine yürekler acısı idi. İşin bundan da acı yanı, Mecliste ve Meclis dışında Almanlardan borç aldık diye Fransızlar gücenmesinler endişesinin dile getirilmesidir.
            Düyun-u Umumiye ve Osmanlı Bankası her üç ayda bir memleketin iktisadi durumunu ve tarımı hakkında muntazam raporlar getirmektedir. Bir ülkenin ekonomik durumu hakkında o ülkeyi yarı sömürge haline sokan kurumlardan bilgi almak  dışa bağımlılığımızın en önemli göstergesidir.
            Vergiler açısından M.Cavid Beyin iki konuda açıklaması vardır. Birincisi aşar vergisinin kaldırılıp yerine arazi vergisi alınması konusudur. Bu konuda aşarı kaldırmış yerine arazi vergisi getirilememiştir. Tarımın vergilendirilmesi bu gün bile, vergi politikamızın önemli sorunlarındandır. İkinci konu ise temettü vergisi kentlerde zanaatkar ve  esnaftan alınan bir nevi kazanç vergisi niteliğindedir. Yabancı işyerleri büyük karlarına rağmen bu verginin dışında tutulmuştur.
            Serbest ticaret yanlısı ekonomik politika M.Cavid Bey’in iktidarda olduğu süre
İzlemeye ve uygulamaya çalıştığı bir ekonomik yaklaşım olmuştur. Zaman zaman dış borçlardan yakınmış fakat borç yükünü artıran eylemlerini sürdürmüştür. Gün gelmiş savaş yıllarında gayri meşru yollardan kazanılan paraları savunacak noktaya ulaşmıştır





3.MİLLİ İKTİSAT POLİTİKASI ve ZİYA GÖKALP – TEKİN ALP

            Meşrutiyetin ilk dört yılı, 31 Mart olayı ve onun arkasından gelen Mahmut Şevket Paşa sıkı yönetiminin baskısı dışında önemli bir şey getirmedi. Yurt çapında ekonomik ve toplumsal bunalım da büyüdü. Bu bunalım Osmanlı tarihinin en yoğun dış ve iç politika bunalımı ile pekişti. İki yıl içinde Osmanlı topraklarının yarısına yakınını kaybetti. Trablusgarp ve Balkan Savaşı, tam anlamıyla bozguna dönüştü.
            İttihat ve Terakki’nin hükümet darbesi ve onu izleyen Edirne’nin geri alınışı, bu günkü doğu Trakya sınırını temel alan bir barışın yapılması İmparatorluğu bir anda derledi. Fakat 1914 Ekiminde, girilen 1.dünya savaşı bu derlenişi yeniden sarstı. Sarıkamış ve Kanal savaşlarında alınan yenilgiler, Balkan savaşından daha büyük bir bozgunun gelmekte olduğunu hissettiriyordu. Ne var ki 1915’te Çanakkale’de, Mustafa Kemal’in kumandasında kazanılan başarı, savaş içinde yeni bir derlenişe sebep oldu.
            Birinci Dünya Savaşı, askeri ve toplumsal depreme rağmen ekonomik yaşam açışından daha sonraki dönemlere bıraktığı etki yönünden önemli bazı atılımlara ve düşün akımlarının doğuşuna da şahit olunmuştur.
            Osmanlı Hükümeti savaşın başında tek taraflı kararla kapitülasyonları ve bunlara benzer tüm ayrıcalıkları kaldırmıştı.
            Savaş sırasında ise üç ekonomik akımın iktidar partisi çatısı altında geliştiğini görmekteyiz:
A)    Maliye Nazırı M.Cavid Bey’in liberal ekonomi düşüncesidir.
B)    Türk ve Müslüman esnaflarla tüccürları geleneksel kurumları içinde örgütlemeyi amaçlayan İaşe Nazırı Kara Kemal ile onun yardımcısı Memduh Şevket (Esendal)’ın <<meslek>>ci akımı
C)    Ziya Gökalp ve yandaşlarının kuramsal öncülüğünü yaptıkları <<milli iktisat>>akımı. Bu akım dünüşsel temellerini<<Yeni Mecmua>> ile yayınlamıştır.
            Bu arada 1.1.1917’de ilk büyük yerli banka da kuruldu. Bankanın ismi <<İtibari Milli Bankası>>’dır. Banka kısa sürede önemli sayılabilecek başarılar gösterdikten sonra İş Bankası’nın kuruluşu ile birlikte bu bankayla birleşmiştir.
            Öte yandan 23 Mart 1917’de yayınlanan bir kararnameyle tüm şirket ve işletmelerde tek dil olarak Türkçe’nin kullanılması da kabul edildi.
            Ulusal burjavazimiz en büyük sermaye birikimini Birinci ve İkinci Dünya savaşında uygulanan <<savaş ekonomisi>> koşulları içinde gerçekleştirmişlerdir. Bu konularda <<Yeni Mecmua>>da 9 mayıs 1918 ‘de Ziya Gökalp <<İktisadi Vatanperverlik>>adlı yazıda kamu oyunun dikkatine sunmaktadır.Gökalp milli iktisat ile iktisadi yurtseverlik arasında tam bir özdeşlik kurmuştur.
            Derginin 40.sayısında Tekin Alp’in yazısını bulmaktayız. Tekin Alp büyük ölçülere ulaşan nakdi servetin bireylerin elinde toplandığını söylemektedir. O günlerin yayın organları-nın bir çoğunda bu noktaya değinilmekte ve <<Savaş Zenginleri>>olgusu gözler önüne serilmektedir. Tekin Alp’e göre birinci perde <<Türk Milletinin 10 Temmuz (ll.Meşrutiyet) İnkılabı>>, ikinci perde <<Ruhu Milli’nin Bulunması>>, son perde de <<Ulusal İktisat Politikası>> dır. Tekin Alp’in sosyal politika diye adlandırdığı sistem sosyal güvenlik, daha adil bir vergi düzeni vb. toplumsal iyileştirmeyi içeren politikaların bütününden başka bir şey değildir. Köktenci olmaktan ziyade ılımlı bir dönüşümü hedeflemektedir.
            Tekin Alp’in ısrarla işlediği <<Devlet Kalesi>>ni sınıflara kaptırmama eğilimi 1920’li yıllarda sık sık değişik bir biçimde, genellikle Ziya Gökalp ve arkadaşları tarafından tartışma alanına getirilmiştir.Ziya Gökalp, Tekin AlpRin tahlil ettiği durumu, Türkiye’deki Fırka sorununa indirgeyerek somutlaştırmıştır. Savaşın kazanılmasından sonraki düşüncelerin kristalleştiği yazılardan ilki <<Rejimi kimlere vermeliyiz?>> başlıklı yazısıdır. Makale <<Halk Fırkası >>doğrultusunda, onu tanıtmaya yöneliktir.
            Faşistler ve komünistler arasındaki sürekli savaşımı vurguladıktan sonra Türkiye’deki toplumsal sınıflar üzerinde duran Ziya Gökalp bunları dört grupta toplamıştır:
1.Feodal Reisler,
2.Küçük Burjuvalar,
3.Teşkilatsız İşçiler,
4.Fellahlar(Serfler).
            Feodalizmin Türkiye’de yasal bir dayanağı olmamasına karşın, hala özellikle güneydoğuda, egemen üretim biçimi halinde olmasının iktisadi yapıdan kaynaklandığını belirtmektedir.
            Tekin Alp’in belirttiği <<Devlet Kalesi>>ni kimseye fethettirmeme kavramı, bütünleyici bir koalisyonla savunma yaklaşımına dönüşmüştür. Sınıflardan bağımsız, toplayıcı bir “ devlet” kavramı ve bunu sağlayacak sosyal örgütlenme 1923’teki yazılarda açıkça dile getirilmektedir.
            Ziya Gökalp milli iktisat politikasının önüne çok önemli bir hedef koymuytur: Büyük sanayi kurmak. Hatta bu sanayiinin kuruluşunun tamamlanmasına kadar işçi ve burjuva sınıflarının Halk Fırkası içinde bir koalisyonunu da şart olarak getirmiştir. Büyük sanayii yaratacak milli iktisat politikasının araçları neler olacaktır; Devletin görevleri nelerdir  gibi konularda açıklayıcı bilgi vermemişlerdir.
            Gökalp , ekonomik gelişme ve refah arasında uyumlu bir hareketi öngörmektedir. Ne yazık ki getirdiği <<asgari refah>> temelinden hareketle erişilecek gelişme konusundaki araçları açık değildir.
            Tekin Alp’in Yeni Mecmua’nın 59.sayısında <<Milli İktisat>>yazısına göre <<milli iktisada doğru>> diye bir akımın doğduğu, başlangıçta yadırgandığı, hatta bazı devlet adamlarınca bu akımın daha doğmadan öldürülmek istendiğini kaydetmektedir. Yazara göre bu akıma karşı tüm olumsuz tavırlara rağmen, savaş adeta <<milli bir ekonomi politikasını>> zorunlu kılmıştır. O günlerdin Türkiye’sinde uygulanan ve adına da <<milli iktisat>>denen politikayla servet ve gelir dağılımının bütünüyle bozulduğu, orta sınıfın yıkıldığı, savaş zenginlerinin türediği anlatılmaktadır.
            Görüldüğü gibi Tekin Alp, milli iktisat politikası kavramıyla üretimin arttırılmasından, tüketimin belli bir düzeye getirilmesine değin çok kapsamlı bir dizi tedbiri içeren bir sistemi anlatmaktadır. Aslında bu çerçeve planlı ekonominin amacından başka bir şey değildir. Ekonomik plan düşüncesi ancak 1925’den sonra Sovyetler Birliği’nde gündeme gelmiş, ikinci dünya savaşından sonra da kapitalist ülkelerin ekonomi literatürüne girmiştir.
            Milli  İktisat  politikası  yandaşları  bir noktayı  ısrarla  yinelemektedirler:    Devlet    bireylerin ekonomi alanındaki serbest girişimlerini engellemez.  Milli iktisat politikası sadece ekonomik gelişme için araçtır, o gelişme sağlandıktan sonra liberal uygulamaların artık sakıncası kalmayacağı düşünülmektedir.
            <<Yeni Mecmua>>nın yayınlandığı tarih Çarlık Rusyasında Bolşevik hareketinin etkinliğini göstermeye başladığı bir döneme rastlar. Nitekim daha sonrada Sovyet Devrimi olmuştur. Osmanlı yönetimini ve kamu oyunu yakından ilgilendirmiştir. Bir kere doğu cephesinde Sivas’tan Bitlis- Siirt dolaylarına kadar uzanan cephede savaşın gidişi değişmiş Osmanlı ordusunun büyük bir bölümünü uğraştıran düşman savaş alanından çekilmiştir. Öte yandan savaş halinde bulunan geleneksel komşumuzda olanlar o güne kadar inanılan bir çok kavramı kökünden sarsmış, değişmiştir. Bu nedenle de <<Yeni Mecmua>>da Rusya ile ilgili yazılar önemli bir ağırlığa sahip olmuştur.
            Derginin 1. sayısında Ağaoğlu Ahmet Bey tarafından kaleme alınmış <<Rus Edebiyatının umumi seciyeleri>> adlı dizi yazı yer almaktadır. Bu yazı dizisi 15 sayı sürmüştür.15 Ekim 1917 Puşkin dönemiyle son bulmuştur.


            21 Mart 1918’de Ziya Gökalp’in<< İki Tehlike>> başlıklı yazısı, Necmeddin Sadık’ın <<Bolşeviki Tehlikesi>> adlı yazısı o dönemin Türk düşünürlerinin bu olaya bakış açısını biçimlendiren niteliktedir. Bu iki makalede başyazı olarak derginin kapak sayfasında çıkmıştır. Gökalp, kendisinden sonra, uzun yılları kaplayacak bir yaklaşımı ortaya koymuştur. Kara tehlike olarak karşı konulması gereken konunun dini etkilerle meydana gelebilecek irtica olduğunu savunmaktadır. İngiltere ekonomik sömürgenliği gereğince suçlanıp, tehlike sayılmamaktadır.
            Bilindiği gibi, Çarlık Rusya’sı l.Dünya Savaşı’nda Osmanlı ülkesinin amansız düşmanları arasındadır. Düşmanın ortadan kalkmasına Necmeddin Sadık pek sevinmiş gözükmüyor. Neredeyse Çarlık yönetimine ağıtlar yakacak. Üzüntüsünün insaniyet adına olduğunu söylüyor ama Çarlık yönetiminin yaptıklarını aynı açıdan gündeme getirmeyi düşünmüyor.
            Gökalp ve Necmeddin Sadık’ın yazılarından yaklaşık altı ay sonra, savaş Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlandı. Büyük dönüşümler yapmayı tasarlayan <<İttihat ve Terakki>>iktidarı
Yıkıldı., üst düzey sorumluları yurt dışına kaçtı. Sade devlet değil vatanda elden gidiyordu. Bütün düşünenler yeniden <<Niçin böyle oldu, peki şimdi ne yapmalı ?>> sorularının yanıtlarını aramaya başladılar.
            Celal Nuri (İleri)  << Tarih-i İstikbal >>  adlı yapıtında bunu,  yani tek  kurtuluşun Anadolu’ nun bağrından çıkabileceğini enine boyuna tartışarak ortaya koymuştu. Besleyici , yaratıcı, tek kelimeyle <<kerim>> ana: Anadolu, geleceğin çağdaş toplumuna yurt olacaktı.